Paylaş
Daha 15 gün önce insanlığın “suç atlası” Afrika’daydım...
Topraktan bakan o bir çift siyah göz, elimden tutup, masumiyetin o “gözyaşı tarihi”nde dolaştırmıştı beni...
Sömürge ve ölümdü Kongo...
Utanç, işgal ve kandı Kamerun...
Yüzümdeki Afrika güneşi henüz çekilmeden 15 gün sonra şimdi karşı kıtanın sokaklarındayım...
Talan ve öfke histerisini, “habis bir ruh” gibi koca gemilere yükleyip Afrika’ya bulaştıranların kıtasında.
Sessiz ve mahcup bir başkentte Varşova. Eski bir evin penceresinden gelen piyano tonları tutuyor bu defa elimden... Böylece geziyorum şehrin tuşlarında...
Chopin doğalı 200 yıl olmuş... Şehrin en ücra renginde bile onun hüznü var... Onun kalbini gömdüğü yerde atıyor şehrin ritmi...
Nowy Swiat caddesinden eski şehre doğru uzanınca Bristol Oteli...
Evet, Bristol Oteli... Siyah-beyaz bir film dekoru gibi yükseliyor karşımda...
Duvarlarındaki oymalara takılıp kalıyorum... Pencere kenarlarından ağır duvarlarına kadar sanki o figürlerde acılı insanların siluetleri
kaynaşıyor...
Katılıp kalmış ruhlar. Orayı bir türlü terk edemiyorlar.
İrkiliyorum...
TEL ÖRGÜLERDEN YAPILMIŞ BİR SES
Bir kadın çamurlar içinde ağlıyor. Bir çocuk kavruluyor...
Ve biraz daha bakınca duyuyorum...
Otelin en büyük odasının balkonundan bir ses yankılanıyor...
Tarihi küstüren bir ses... Azdırıcı, tutuşturucu, tel örgülerden yapılmış bir ses.
Milyonlarca Yahudi’yi gaz odalarına, işkence kamplarına gönderen o ses... Orada... Otelin en büyük odasında...
Bir balkon mesafeden, tarihin inlediği bir yükseklikten geliyor.
Hayır, bu bir yükseklik değil aslında.
Küçücük bir kızın annesinden “siyah beyaz” bir hüzünle ayrıldığı ve cehennem yanığı bir yüzle gömüldüğü bir alçaklıktan geliyor o ses...
Alçaklığın tarihinden...
Sendeliyorum...
Nasıl unutabiliyor insan...
Böyle bir soykırım kırbacı, zamanın ve unutuşun büyüsünde, nasıl aklanabilir?
Yürüyorum ve yürüdüğüm bu sokaklar insanlık tarihinin bir “çile vesikası” gibi uzanıyor önümde...
Otelin hemen yanında bir eski bina daha görüyorum.
Önünde iki bayrak var. Birisi AB, diğeri Polonya bayrağı...
Ne garip?
Kan ve gözyaşından birleşik Avrupa yaratmaya çalışan bir caninin odasının yanı başında şimdi başka bir Avrupa Birliği’nin bayrağı yükseliyor...
Atıyorum kendimi eski şehre...
Başka bir tuşuna geçiyorum şehrin...
Meydanda huzur buluyorum... O kadın heykeli, güvercinler, laterna...
Yüzümü surlara dönüp oturuyorum...
Ne garip diyorum:
Bir soykırım dekoru olan bu şehir; kendi acısını unutup, hiç bilmediği topraklarda, hiç tanımadığı insanlar ve hiç bilmediği bir tarih için bir karar alıyor:
*1915’te Türkler Ermenilere soykırım yaptılar...
Ve daha da vahimi, bu kararı Almanya istediği için meclisinde onaylıyor... Ama Nazi örgütlenmesindeki faşist Alman ordusunun yaptığı zulmü, mahcup ve sessiz eziklikle ne kadar ara sokaklarında gizlemeye çalışsa da...
Bütün sokaklar bu hüzün meydanına çıkıyor...
Paylaş