Paylaş
Olmuş bir "denizkondu"...
Oysa Gökova’nın bir koyunda balıkçı "Kambur Tahir", bırakın iskeleyi, denize bir tahta uzatsa, "yassak" diyen jandarma yıkıp atıyor... Gözaltılar, sorgular, mahkemeler bitmiyor...
Bir balıkçı Göcek’te bir küçük "kulübe" yapsa... Yemediği ceza kalmaz... Garibandır o balıkçı. Balıktan daha saftır... Bu yüzden eğer başını gider... Oltasının ilmiği boğazındadır çünkü...
Ama Sadıkoğlu’nun "şey"ine dokunulamıyor... Geçen hafta "Yetkililer nerede?" diye sorunca arayanlar oldu... Önce Denizcilik Müsteşarlığı aradı:
- Vallahi elimizden geleni yapıyoruz. Ama yasada boşluklar var...
Sonra Muğla Vali Yardımcısı Recep Yüksel aradı... Yüksel, büyük bir nezaketle olanı biteni anlattı. Şimdi iyi dinleyin de devletin bazen ne kadar çaresiz kalabildiğini görün:
- Fatih Bey elimizden geleni yapıyoruz. Ama olmuyor. Biz bir koya gidiyoruz, cezayı kesiyoruz. O alıp başka bir koya gidiyor. 2008’de 10 bin TL ceza kestik. Geldi ödedi.
YASAL BOŞLUK VAR
Vali Bey böyle söyleyince dayanamadım:
- Sayın Yüksel 10 bin lira nedir ki, O koca "denizkondu"yu gemi diye bir marinaya götürse ne kadar yıllık kira öder biliyor musunuz? Adam size verdiği cezayı marina kirası gibi görüyor...
Vali Bey devam ediyor:
- Yasal boşluk var. Biz ceza kesiyoruz, o ödüyor. Koy koy geziyor. Baktık olmuyor. Tamam dedik bu bir gemidir. Şimdi gemi olma özelliklerini sağlamak zorunda. Hızı bir insanın yüzme hızı...
- Peki şimdi ne olacak?
- Bizden süre istedi. Motorunu kuvvetlendiriyormuş. Süre doldu. Bu defa arıza çıktı dedi. Bekliyoruz...
İşte budur sevgili okur... Devletin çaresiz kaldığı yer tam burasıdır... Adam gelmiş dünyanın en güzel koyuna, gecekonduyu oturtmuş... Üstelik özel koruma alanına... Kimse bir şey yapamıyor. Devlet çaresiz... Eğer bu böyle devam ederse, benim önerim şu:
Aranızda para toplayın, büyük bir sal yapın. Arkasına da küçük bir motor takıp, istediğiniz koya bağlayın... Alın size yazlık ev... Devre mülk gibi kullanın...
Ne acı değil mi?
İKİNCİ YAZI
Baykal, Talabani'ye ne söyleyecek
Deniz Baykal’a sordum:- Talabani davetini nasıl yorumluyorsunuz?
Cevabını aktarmadan önce şu analizi yapmak gerekiyor... Çünkü Baykal’ın Talabani’yle yapacağı görüşmenin ucu gelip "Kürt meselesi"ne ve "tarihi fırsata" dayanıyor...
Neden mi? Maddeler halinde sıralarsak;
- ABD, Irak’tan çekilirken arkasında sorunsuz bir coğrafya bırakmak istiyor.
- Sorunların başında Irak’ın istikrarı geliyor. Bunun için de kuzeydeki PKK varlığı öne çıkıyor.
- Ancak CIA analistleri PKK’yı Türkiye’de siyasi taban oluşturan bir örgüt olarak tanımlıyor...
- Bu nedenle olay gelip Ankara’ya dayanıyor. Yani Bağdat ve Ankara arasındaki ilişkiye...
- Türkiye Kuzey Irak’taki terör yuvasını yok etmek için uzun süre askeri güç kullandı. Ama olmadı... Şimdi sivil bir çözüm arayışı var...
- ABD ve Avrupa bu konuda baskı yapıyor.
- Bu baskı Talabani için de geçerli. Bu yüzden Talabani bölgedeki tüm Kürtler için bir "sivil çözüm" rolü almaya çalışıyor.
- Ama bu konuda Türkiye’nin atacağı bazı adımlar varsa bu yalnızca iktidar partisinin kararıyla olmaz.
Şimdi geliyoruz asıl soruya;
- Türkiye’ye "bir Kürt kedisini bile vermem" diyen Talabani neden Baykal’la görüşmek istiyor?
Cevap net:
- PKK’yla Türkiye arasında dolaylı bir arabuluculuk görevi için Ankara’da genel bir mutabakat oluşturması şart. Bu yüzden öncelikle CHP’nin tavrı önemli...
İşte bu nedenle Talabani Baykal’la görüşmek istedi...
AÇIK SORU NET YANIT
Şimdi gelelim Baykal’la yaptığım görüşmeye... Soru açık:
- Talabani’nin davetine nasıl bakıyorsunuz? Orada ne konuşulacak? Sizi neden davet etti?
Deniz Bey kısa ama çok net bir cevap verdi:
- Ben bu davete ve görüşmeye milli bir görev olarak bakıyorum.
Baykal’ın yaptığı bu "milli görev" vurgusu yukarıda yaptığım yorumu netleştiriyor. Belli ki Deniz Bey, Talabani ile yapacağı görüşmenin, "Kuzey Irak ve PKK boyutunu" siyaset üstü bir yere oturtmuş... Bu nedenle "milli görev" diyor... Devam ediyor:
- Bu görüşme Irak ve Türkiye arasındaki dostluğu daha da artırır. Tabii gitmeden önce dışişleri bakanlığından bilgi alacağım... Irak’la ilişkilerimizin iyileşmesinde tek engel PKK’dır. ABD’nin çıkarı da bundadır. Çünkü artık oradan çekiliyor. Ardında istikrarlı bir Irak bırakacaksa terörün bitmesi gerekmektedir... Bu açıdan PKK’nın silahı bırakması sağlanmalıdır...
Baykal’la yaptığım uzun sohbetin özeti şu son cümlede:
- Terörün bitmesi için bize bir görev düşerse katkıya hazırız.. Ama ne olduğunu anlamamız gerekir.
Evet, Irak Cumhurbaşkanı’nın durduk yere Türkiye’den anamuhalefet partisi başkanını davet etmesi sıradan bir olay değildir. Talabani’nin Baykal’a söyleyecekleri duyulduğunda bu davetin önemi çok daha net ortaya çıkacaktır...
ÜÇÜNCÜ YAZI
ABD'den diplomatik marka dersi
4 Temmuz bağımsızlık günü resepsiyonu için ABD Büyükelçiliği’nden bir davetiye geldi... Davetiyenin arkasında bir sayfada 20’ye yakın firmanın adı var... Bu nedir diye sordum... Anadolu Lokantası’ndan Starbucks’a kadar birçok firma... Şimdi cevaba dikkat edin:
- O firmalar ABD’nin Ankara büyükelçiliğinin vereceği resepsiyona sponsor olan markalar!!
Evet, koskoca ABD, dünya devi, büyükelçiliğinin resepsiyonu için bütçeden para harcamak yerine bunu firmalara ödettiriyor... Tanıdığım tecrübeli bir diplomata sordum:
- Biz böyle yapabiliyor muyuz?
- Nerede dedi. Bizde koskoca devletin resepsiyonu firmalara ödettirilir mi? Devlet aciz mi diye düşünülür...
Sonra güldük... Budur işte... Düşünsenize, Türkiye’nin Washington büyükelçiliği 29 Ekim resepsiyonunda, tatlıları Güllüoğlu’ndan, etleri Beyti’den, şarapları Doluca’dan alıp davetiyeye yazsa... Markaları orada tanıtsa... On binlerce dolarlık bu gider bütçeden düşse... Ya da her yıl ABD’de Türk günü diye boşa yatırılan paralar böyle markalarla yapılsa... Ne olur?
Artık bu dünyada bayraklarla değil, markalarla tanınan bir devletler topluluğu var. Güney Kore Başbakanı geldiğinde Ankara’da Kore bayrağının yanına Hyundai’nin logoları asılıyor... Tamam bayrağımız için ölüyoruz... Ama markalarımızla da yaşayalım...
DÖRDÜNCÜ YAZI
100 GÜN
GELİRKEN hafif Küba ritmiyle yürüyüp konuşuyordu... Gülüyor ve espri yapıyordu... Sanki insanlığın "kölelik günahları"ndan arınması için seçilmiş bir "sembol" havası vardı... Dünyanın dümenine oturalı 100 günü geçti... Bakıyorum artık yalnızca konuşuyor... Yürüyüşündeki "hafif Küba ritmi" kayboluyor... Adımlar sertleşiyor. Ciddileşiyor... Çünkü omuzlarına birer apolet gibi asılan "küresel kredi", yavaş yavaş bir "sorumluluk yükü"ne dönüşüyor... Ankara’ya geldi. Üç mesaj mesaj verdi:
- Kuzey Irak’taki Kürtlerle iyi geçinin. Kürt meselesini çözün...
- Ermenistan’la anlaşın, sınırları açın...
- Afganistan’da yardımcı olun...
PEKİ NE OLDU
Netenyahu ile görüştü. Sonra Filistin lideri Abbas’la görüştü. Hamas’ı tanımak istemiyor... Netenyahu’ya, "Geçici yerleşim bölgelerinden çıkın" dedi. O da, "Sana ne?" diye cevap verdi... Öylece kaldı... Peki ne oldu?
- Gazze’deki kuşatma sürüyor mu?
- Sürüyor...
- Filistinli bebeler yine aç mı?
- Aç.
- Yemek için kuyruk var mı?
- Var...
- Sefalet hálá orada mı?
- Orada...
- Guantanama kapandı mı?
- Hayır...
İran’la ne oldu?
- Durum aynı...
E peki ne oldu?
BİR ŞEY YOK
Obama’nın 100 günü doldu. Ve ortada henüz bir şey yok... Tröstler orada. Dev şirketler, silah sanayii, petrol devleri aç kurtlar gibi yerinde. Aslında ben hálá umudumu korumak istiyorum...
Ama yine de endişemi ilan ediyorum:
- Obama vitrini, Irak’ta ’kimyasal bomba" var balonuyla 1 milyon insanı öldürten Bush yönetiminin dünyadan ve özellikle Müslümanlardan özür dileme operasyonu mudur?
Ya da; Yorgun bir emperyalizmin renk değiştirmesi midir?...
Dünyanın mazlum halkları bu sorunun cevabını bekliyor.
Paylaş