CUMHURBAŞKANI Sezer, bazı medya kuruluşlarının tamamının yabancılara satılmasına imkán sağlayacak yasayı veto etti.
Eline sağlık, Türkiye kurtuldu.
Aslına bakarsanız bugün de, Türkiye’de yabancıların medyanın ‘tamamını’ kontrol altına almasını engelleyecek hiçbir şey yok.
Çünkü örtülü patronaj var.
Cumhurbaşkanı sorsun bakalım Show TV kimin.
Mehmet Emin Karamehmet’in diyeceksiniz.
Hadi gelin iddiaya girelim. Bence değil. Sayın Cumhurbaşkanı isterse RTÜK’e sorsun.
Peki ‘kötü niyetli’ yabancılar aynen Mehmet Emin Karamehmet gibi ‘gizli patronaj’ yoluyla televizyonlara sahip olamazlar mı?
Bal gibi olurlar.
Oysa veto edilen yasa kötü niyetlileri değil, iyi niyetli gerçek yatırımcıların gelişini engelleyecek.
Kötü niyetli, eğer gelecekse ‘gizli’ olarak zaten gelir.
Ama bu yasa olmayınca şeffaf, sadece kár amaçlı global sermaye gelmez.
Üstelik de, AB’ye girmeye hazırlanan bir ülkede, böyle bir yasak anlayışını uzan süre sürdüremezsiniz.
Sadece boşa zaman kaybeder, devletin elindeki malların değerini bulmamasına neden olursunuz o kadar.
Türkiye eğer ulusal çıkarlarını korumak istiyorsa yabancıyı değil, öncelikle gizli patronajı engellemeli.
Asıl tehlike orada.
TTB ve sağlık bezirgánları
GAZETELERİN sağlık haberlerinin, sağlık haberi ve vatandaşa yararlı bir hizmet mi, yoksa tam aksine vatandaşlara kötülük mü olduğunu bir türlü kestiremiyorum.
Çünkü bu haberler kötü niyetli hekim veya hekimciklerin ve bazı hastane veya kliniklerin suiistimallerine çok açık.
Üstelik de, okurların sağlık gibi önemli bir konuda sömürülmelerine yol açabiliyor.
Geçtiğimiz haftalarda bir gazetede bir hekimle röportaj yapılmış.
Bana ulaşan bilgilere göre bu röportaja konu olan hekim külliyen ‘sallıyor’.
Tıp literatüründe olmayan bir dalda ‘üst ihtisas’ yaptığını söylüyor.
Öğretim üyeliği yapmadığı halde öğretim üyesi olduğunu iddia ediyor. Türkiye’de öğretim üyeliği yapıp yapmadığı kolayca ortaya çıkabileceği için, yurtdışında bir tıp fakültesinin adını veriyor. Ve daha da ileri giderek part time görev yaptığı bir tanı merkezini sanki tedavi merkeziymiş gibi ‘tanıtıyor’.
Haberi yapan gazeteci arkadaşımız da bunları ‘yutuyor’.
Bu sadece bir örnek.
Kim bilir bu ‘tıp köşelerinde’ daha neler oluyor, ne palavralar okurlara yutturuluyor.
Vatandaşların sömürülmesine kim bilir nasıl alet olunuyor.
Aslında gazetelerin bu konuya daha özenli ve daha araştırmacı yaklaşmaları gerek.
Ama konu gazetelerin ‘izanına’ bırakılmayacak kadar önemli. Bu yüzden de burada asıl görev Türk Tabipler Birliği’ne düşüyor.
Gazete köşelerinin ‘tıp etiğine’ aykırı bir biçimde kullanılmasına, buralarda yazı yazan veya röportaj veren doktorların ‘liyakatlarına’ ilişkin olarak TTB dikkatli olmalı.
Bunları izleyip, buralarda vatandaşın kandırılmasının hatta dolandırılmasının önüne geçmeli.
Gerek gördüğü hallerde gazeteleri uyarmalı, Basın Konseyi’ni harekete geçirmeli.
Yoksa yakında gazeteler ‘sağlık bezirgánlarının’ oyuncağı haline gelecek.
Kuyuya bir daha taş atmak
EKMEK yeniden poşete giriyormuş. Yine saçmalığın daniskası.
Yıllar önce başlatılan, hiçbir işe yaramayan, astarı yüzünden pahalıya gelen ‘yanlış’ bir uygulama.
Bu iş daha önce denendi. Aylarca uğraşıldı. Olmadı. Hem lojistik olarak olmadı, hem de halk benimsemedi.
Bunun Avrupa Birliği veya dünya standartlarını yakalamakla da ilgisi yok.
Çünkü dünyanın hiçbir yerinde böyle bir uygulama yok.
Elbette poşet içinde, káğıt veya naylon torba içinde satılan ekmekler de var ama açık satılan ekmekler de yasak değil.
Fırınların sıkı denetlenmesi elbette bir dünya standardı. Tüm gıda maddeleri gibi ekmeğin de hijyenik koşullarda üretilmesi ve nakledilmesi de öyle.
Ama bunun poşete sokulması daha önce denenmiş beyhude bir uygulama.
Birkaç poşet imalatçısı dışında kimseye de faydası yok.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Kaybetmeyi göze aldığımız şeylere daha fazla sahip olduğumuzu anladığımız zaman.