· Cem Yılmaz’ın filmi... “Yanlış zamanda yanlış yerdeki Türkler” mevhumunu ondan daha iyi kimse anlatamaz. Daha doğrusu Türk olmanın yaş, cinsiyet ve sınıf farkı gözetmeyen ortak garabetlerini kimse Cem kadar ince ve komik detaylarla ortaya koyamaz.
· Komik... Filmin bir çok yeri çok ama çok güldürüyor. · Bir çuval skeçten ek yerleri göze batan yamalı yorgan yapmamışlar. Her planına özenilmiş başı sonu belli bir film. · Siyasi tavrı kıvamında. Belki Edward Said’in gözlerini yaşartmaz ama hakkaniyetli ve temel bir oryantalizm eleştirisi olduğu kesin. Hem doğunun hem batının stereotip safsatalarıyla güzel dalga geçiyor. · Orta zekalı ama iyi eğitimli bir Osmanlı diplomatını canlandıran Ozan Güven’le çok iyi bir ikili olmuşlar. Paslaşmaları o kadar doğal ve kendiliğinden ki Cem’in neden arkadaşlarıyla film çekmeyi tercih ettiğini iyi anlıyorsunuz. · Cem bu kez GORA ve AROG’taki Arif karakterinden tamamen sıyrılmış. Sesini inceltmeden, aksan yapmadan konuştuğunda çok daha komik olduğunu düşünmüşümdür. Bu filmde öyle.
AMA TABİİ BUNLARI YAPARSANIZ OLMAZ
· Yahşi Batı bir Cem Yılmaz gösterisi değil. Ya ne? Film. 3 dakika oldu hala gülmedim demeyin. Bu tutum adil olmuyor. · Yine Cem Yılmaz gösterisinin temposundan kerteriz alıp, e amma da yavaşmış, e amma da uzunmuş hezeyanlarına kapılmayın. Mantıklı olmuyor. Çünkü uzun filan değil. 122 dakika... Yani ortalama bir film ne kadar sürerse o kadar sürüyor. · Özkan Uğur ve Demet Evgar’dan bir şey beklemeyin. Silikler ve kayda değer bir katkı sağlamıyorlar. Filmin başında kısacık bir rolü olan Demet Tuncer mesela çok daha iyi, iz bırakıyor. · Eğlenmemeye yeminli gitmeyin. Aksini yapın, Allah aşkına kasmayın. Filmin sahipleri çıkıp da “Scorsese’nin dudağını uçuklatacak epik bir şölen yaptık” vaadinde bulunmadı, unutmayın. Kaliteli bir eğlenceliktir bu, eğlenin.
SANAT DÜŞKÜNÜ ANKARA CEVAP VERSİN
Saklayacak değilim: Ankara’dan hazzetmem. Ne zaman gitsem sıkıntıdan patlarım. Basbayağı sıkıcıdır o şehir bir İstanbullu için. Ankaralıların “İstanbul mu Ankara mı” münazaralarında büyük bir silahmış gibi son anda zuladan çıkardıkları bir argüman vardır ki, iyice ifrit olurum. Derler ki; Ankara sanatın ve sanatçının yanındadır. CSO konserlerimiz dolup taşar, Evet belki bu şehir gridir, renksizdir ama pazar günleri buradan klasik müzik yükselir... Tiyatroya gitmek bizler için ekmektir, sudur. Üniversite hayatlarını Ankara’da geçiren annem ve babamdan da çok duyduğum bu sözler karşısında çürümüş bir armuta döner, laf yetiştiremezdim. Ama bugün donanımlıyım, iki çift kelam edeceğim. Ey Ankara! Madem ki sanat düşkünüsün, tiyatroya gitme alışkanlığın vardır... Öyleyse neden Türkiye’nin en köklü tiyatro kurumlarından, 46 yıllık Ankara Sanat Tiyatrosu (AST) batmak üzere? Neden salonlarını dolduramadığı için uzun süredir SSK ve vergi borçlarını ödeyemiyor? Bu borç nasıl oluyor da 485 bin lirayı buluyor? E biriniz açıklasın.
VELEV Kİ ÖLDÜNÜZ
Nobelli edebiyatçı J.M. Coetzee bir dâhi. Son romanı Summertime da bunun son kanıtı. Harikulade bir fikir üstüne inşa edilmiş türler üstü bir şaheser. Kitapta Coetzee kendisini öldürmüş, yarattığı İngiliz edebiyatçı Vincent karakteri de onun biyografisini yazıyor. Bunu yaparken Coetzee’nin eski sevgilileriyle yapılmış röportajlardan yararlanıyor, eleştirmenlerle görüşüyor, Coetzee’nin bir yazar olarak ne zaman sağlam bastığını ne zaman ayağının kaydığını değerlendiriyor. Görüp görebileceğiniz en cesur, en sahici, en mesafeli özeleştiri. Kendini ölmüş farzedip hayatına ve eserlerine tepeden bakmak, sonra da bunun romanını yazmak kaç kişinin harcıdır? Şimdi size soruyorum, velev ki öldünüz... Biyografiniz nasıl yazılırdı? Coetzee’nin ve yeni yılın şerefine bugünün konusu bu olsun. Klas bir hesaplaşma yapalım kendimizle.