Paylaş
Oysa gözlerimden uyku akıyor.
Çünkü bir haftadır Atlantik Okyanusu’nun bir yanından diğer yanına yollardayım.
Normal şartlarda, öldürseniz yapacağım iş değil.
İyi bir film izleyicisiyimdir, ayrıca sinema endüstrisini de yakından takip ediyorum fakat Oscar dahil ödül töreni merakım hiç yoktur.
Ama her nedense bu yıl beni ödül törenine bağlayan özel bir şeyler var...
* * *
Sinema Sanatları ve Bilim Akademisi 1929’dan bu yana bu ödülü veriyor.
İnanın hiç şimdiye kadar bu kadar heyecan ve merakla izlememiştim.
Türkiye’den bir aday olsa anlayacağım, o da yok.
O halde ne?
Çok önemli bir sebebi var, gelin en baştan anlatayım.
* * *
Elbette herkes gibi beni de yarışmanın insani kısmı, yani eski karı-koca arasında geçiyor oluşu fazlasıyla çekti.
Ama inanın bu iki yönetmenin rekabetinde magazini aşan boyutlar var.
Neresinden baksanız ilginç...
Bir yanda hasılat rekorları kırmış filmlere imza atan James Cameron, diğer yanda ancak bağımsız sinema içerisinde kendisine yer bulabilen Kathryn Bigelow.
Avatar’ın 400 milyon dolarlık rekor prodüksiyonuna karşılık The Hurt Locker’ın 11 milyon dolarlık mütevazı bütçesi.
* * *
İlginç bir biçimde aslında ikisi de savaş filmi.
Biri görkemli, diğeri gerçekçi.
Avatar’ın üç boyutlu teknolojisinden etkilenmemek mümkün değil ama hikâye neresinden baksanız klişeler yumağı.
Yeni hiçbir şey söylemiyor.
Oysa The Hurt Locker sert ve gerçekçi yapısıyla savaşa pek bakılmayan bir yerden bakıyor.
Daha başlarken “Savaş bir uyuşturucudur” diyor.
Biterken “savaş bağımlılığını” savaş görüntülerinin uyuşturduğu beyninize bir tokat gibi vuruyor.
* * *
Oysa The Hurt Locker’ın 100 milyon dolarlık gişesi de bütçesi gibi mütevazıydı.
Anlayacağınız bu rekabet tam bir Hızlı Balık hikâyesi.
Klasik paradigma şuydu: “Büyük balık küçük balığı yer”.
Oysa ekonomiye yön veren yeni değer şu...
“Paradigma değişti, artık büyük balık küçüğü değil, hızlı balık yavaşı yiyor...”
Bu yıl Oscar töreni her anlamda bir Hızlı Balık yarışmasıydı.
* * *
Meseleye sadece bütçe açısından bakmayın.
Oscar tarihinde en iyi yönetmen ödülünü alan kadın yok.
Bigelow bu yönüyle de Oscar tarihinde bir ilke imza attı.
8 Mart Dünya Kadınlar Günü Oscar’da erkek egemenliğine son verdi.
Hem de eski kocasına karşı.
Bu yıl ödül töreninin 8 Mart’a denk gelmesi de hoş bir sürpriz.
Normalde her yıl şubat ayında yapılır, fakat Kanada Kış Olimpiyatları’ndan dolayı bu yıl 7 Mart seçildi.
* * *
O kadar çok ilk yaşandı ki hangisini anlatayım.
Ödüllerin artık gösterişe değil derinliğe, teknolojiye değil insan ve insani olana, büyüklüğe değil hıza, erkeklik kodlarına değil kadın-erkek yaratıcılığına veriliyor oluşunu mu anlatayım.
Yoksa bu yıl ödülün aslında özeleştiri ve özgüvene gittiğine mi sevineyim.
Precious (Kıymetli) filmini mutlaka izleyin.Aile içi şiddete maruz kalan zenci ve şişman bir kızın hayallerle süslü yürek paralayan hikâyesi emin olun sizi de jüri kadar etkileyecek.
Mo’Nique bu filmdeki performansıyla sadece en iyi yardımcı kadın oyuncu ödülünü değil aynı zamanda en kilolu kadın sanatçı unvanını da elde etti. Hollywood gibi acımasız kuralları olan bir dünyada aşırı kiloya rağmen yeteneğin kazanabileceğini ispat etti.
* * *
Bir gece önce Altın Ahududu Ödül töreninde en kötü kadın oyuncu seçilmişti.
Hiç aldırış etmedi, hatta muhteşem bir özeleştiri, daha doğrusu özgüven göstererek gitti ve en kötü kadın oyuncu ödülünü bizzat elleriyle aldı.
Herkes bunu konuşurken o bir gece sonra 40 küsur yaşında gitti ve aynı özgüvenle en iyi kadın oyuncu ödülünü de aldı.
“Hollywood’da benim yaşıma gelen kadınlara kariyerin bitti denir, bana da senin devrin bitti dediler. Ama bakın bitmemiş...”
* * *
Söyleyeyim, beni sabahın ilk saatlerinde ekran başına kilitleyen asıl sebep Oscar’da jüri sisteminin değişmiş olmasıydı.
Ödüller bu yıl ilk defa belli sayıda jürinin değil, Akademi’nin 5 bin 830 üyesinin oyları ile belirlendi.
Yani Oscar bu yıl ilk defa “kast sistemiyle” değil, sinema endüstrisinin tabanına yayılmış demokratik bir yöntemle sahiplerini buldu.
Başka türlü ben o saatte ekran önünde olur muydum...
Bu kadar çok ilk yaşanır mıydı...
Paylaş