HER gazetecinin ideolojisinin bittiği, tükendiği yerde geriye kalan bir şey vardır.
Bu, bazılarında geniş, büyük bir şeydir, bazılarında ise vicdan kırıntısıdır.
Ben en azından başlayayım.
Yani vicdan kırıntılarından.
Şimdi işte o vicdan kırıntılarına seslenmek istiyorum.
Özellikle de, Konya’daki doktor olayını gündeme getiren Uğur Dündar ve Hürriyet’e insafsızca saldıranlara.
Tabii öncelikle, dini bütün arkadaşlara.
O gazetelerin genel yayın yönetmelerine ve gazetecilerine seslenmek istiyorum.
Gelin samimi bir meslek tartışması yapalım.
* * *
Mesela bir gün önünüze şöyle bir haber geliyor.
İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin saygıdeğer bir doktoru, türbanlı bir kadını ameliyat ettikten sonra hastanın dosyasına şöyle bir rapor koyuyor.
"... tarihinde hastanemize gelen Semiha ... adlı kadın hasta, türbanlı olduğu için muayene edilmemiştir. Hasta ikinci defa gönderildiğinde yine aynı gerekçe ile muayene edilmemiştir. Daha sonra ameliyata geç alındığı için hastanın yumurtalıklarının alınması gerekmiştir."
Evet ameliyatı yapan doktor böyle bir raporu yazıyor ve hastanın dosyasına koyuyor.
Bu haber ve dosyaya konulan raporun fotokopisi de önünüze getiriliyor.
Ne yaparsınız?
Cevap vermeden önce iyi düşünün, o geniş vicdanınızın veya vicdan kırıntısının sesini dinleyin.
Çünkü arşivlerde ne yaptığınıza dair çok somut deliller var.
O yüzden isterseniz maziye değil, istikbale ait konuşalım.
* * *
Bir gazeteci olarak şunları yapabilirsiniz.
"Elimde dosyaya konmuş resmi bir rapor var" deyip haberi hemen yayına koyarsınız.
Veya o hastanenin başhekimini arayıp, "Bu rapor nedir? Rapor hakkında ne yaptınız" diye sorarsınız.
Eğer hastanenin başhekimi "Evet ben de olayı duydum" derse yayına koyarsınız.
Sonra da olayı izlemeye devam edersiniz.
* * *
Şimdi Hürriyet’e saldıran bazı gazetelerin geçmişte, türbanlı hastayı kabul etmedi diye bir doktorun üzerine ne kadar insafsızca gittiklerine şahit olduk.
Hastane yönetimi böyle bir olayın olmadığını kesin dille yalanıyordu.
Ortada bu konuda resmi bir rapor, yazı yoktu.
Sadece hastanın şifahi iddiası vardı.
Oysa bu olayda ortada resmi bir rapor var.
O rapor hálá dosyada duruyor.
Hastanenin başhekimi önce, "Bu raporu hemşireden öğrendim" diyor.
Sonra "Gördüm ama bir işlem yapma gereği duymadım" diyor.
Sonra "Gördüğüm o değil başka rapordu" diyor.
Şimdi gazeteci arkadaşlara yeniden sormak istiyorum.
Bu raporu dosyaya koyan doktora da şu soruyu sormanız gerekmez mi:
"Kardeşim sen niye bayan doktorlar ultrason çekmedi diye rapor yazdın? Başhekimle sorunun mu vardı? O kadın doktorlara garezin mi vardı?"
Yoksa bu olay gerçekten olmuş muydu?
Hastanenin başhekimine şu soruyu niye sormuyorsunuz:
"Kardeşim bu kadar vahim ve ağır bir iddiayı neden bir ay boyunca sümen altında tuttun?"
* * *
Bu bir savunma yazısı değil.
Hayatım boyunca yanlışlıkları sonuna kadar savunmak gibi bir aptallık yapmadım.
Ama gerçeğin her bölümünü ortaya çıkarmak için de elimden geleni yaptım.
Bakın arkadaşımız Şükrü Küçükşahin’in gündeme getirdiği "Ali Dibo" olayı ile ilgili kaç tane mahkeme tekzibi yayınladık.
Kamu İhale Kurulu o iddiaların doğruluğunu ispatlayan bir rapor yayınladı.
Diyeceğim yalanlama ve tekzip gerçeğin her zaman kendisi olmuyor.
Zaman diye çok adil bir musahhih daha var.
O yüzden şunu söylüyorum.
Deve kesme olayının altında bile "28 Şubat’çı azmettiriciler" arayacak kadar tecessüsü olan gazeteciler, benim sorduğum bu soruları da sormalı değil mi...