DÜN İstanbul’da hava çok güzeldi. Bebek’te güzel bir öğle yemeği yedim.
Biraz değil, epey karışık vaziyetteydim.
İnsanın kendini bile anlayamadığı anlar vardır.
İçinizde iki mahluk saç saça baş başa kavga ediyordur.
Attıkları her yumruk, oranızı buranızı mosmor ediyordur.
Ne diyeceğinizi bilemiyorsunuzdur.
Ruhunuzun hiçbir noktasında kırmızı ışık yanmıyordur.
İşte öyle anlarımdan biriydi.
"Allahım, yaşayacağım tek şehir burası" diyerek, İstanbul’un bana verdiği sonsuz ve pervers enerjiyi içime çekerek iki kadeh votka içmiştim.
* * *
Niyetim, "Genel yayın yönetmeni kimdir" diye bir yazı yazmaktı.
Doğrusu biraz meydan okumak, biraz maraza çıkarmak istiyordum.
Hem kendimi hem başkalarını biraz harcamak, hacamat etmek niyetiyle oturmuştum masaya.
Kendime öfkeliydim.
Başkalarına daha fazla öfkeliydim.
"Biz kimiz lan, kendimizi ne zannediyoruz" diye avaz avaz bağırmak geliyordu içimden.
"Türk popu üzerine yazı yazmayan, şarabı, zeytinyağını tanımayan, Ebru Yaşar’ı, Serdar Ortaç’ı, Harun Kolçak’ı yazmaya değer bulmayan, dişiliği tatmamış, eşcinselliğin dünyasını anlamaya çalışmamış, yalnız bir dolunay gecesinde, bir iskelenin ucunda duyduğu minnet duygusunu arkadaş arasında bile söylemeye cesareti olmayan insan genel yayın yönetmeni olabilir mi? Olmalı mı?"
İçimdeki provokatör maymun bir yandan hançeresini çatlatırcasına haykırıyor, bir yandan da o muhteşem maharetiyle beni bunları yazmaya ikna ediyordu.
"Genel yayın yönetmeni, müptezel yanlarını saklamayacak kadar cüretli ve cesur bir insandır" falan gibi bir şeyler diyecektim.
Allah kahretsin, bazen bir anda öyle bir şey olur, öyle bir telefon alırsınız ki, o meydan okuma, o afra tafra, o kibir, duygu dünyanızın size emrettiği şeyin önünde alelade bir müride dönüşür.
O an anlarsınız ki, genel yayın yönetmenliği, işte öylesine sıradan, öylesine insani bir şeydir.
İyi ki de öyledir.
* * *
Telefonum çaldı.
Antalya’nın yeni Belediye Başkanı Mustafa Akaydın arıyordu.
Bir gün önce, belediye binasındaki çirkin olay yüzünden epey eleştirdiğim yeni başkan.
Böyle güzel bir cumartesi günü, hele hele iki kadeh votkadan sonra beklediğim son, hatta sondan bir sonraki telefondu.
Elim ahizeye zar zor, üfleye püfleye gitti.
O sırada George Michael’ın muhteşem "Miss Sarajevo"sunudinliyordum.
Dedim ya, genel yayın yönetmenliği denilen o hünsa karakteri biraz paralamak geçiyordu içimden.
Heyhat, "Alo" dediğim an, bütün bir cumartesinin akışı değişti.
Antalya Belediye Başkanı Akaydın,"Size teşekkür etmek için telefon ediyorum" diye başladı:
"Teşekkür ederim, benim de beklediğim, benim de gönülden katıldığım şeyleri söylediğiniz için."
"Olay gerçekten çok çirkindi. O an önlemeye çalıştım" diye devam etti.
Sonra o anı anlattı:
"Bu çirkin şeyi yapan kişi, ses düzenini yapan özel şirketin elemanı. Belediyede çalışıyor olsaydı, o an işine son verirdim. Ben de yerin dibine geçtim ve anında Menderes Bey’den özür diledim. Ama olay oldu bir kere. İşe böyle bir olayla başlamamalıydık. O nedenle bunları dile getirdiğiniz için teşekkür ediyorum."
Evet, noktasına virgülüne dokunmadan aktarıyorum.
Yeni belediye başkanı aynen bunları söyledi.
Ne diyeyim.
Ben, "Aman öyle olmadı, böyle oldu" vesaire türünden açıklamalar beklerken, bir başkan çıkıp, "Bunları yazdığınız için size teşekkür ediyorum" derse ve bir saat önce iki kadeh votka içip sinir sisteminizi "Calm" moduna almışsanız, ne diyebilirsiniz?
Gardınız düşer.
Zaten içinizdeki en insani, belki de son insani insiyak odur.
Birisi en yüksek duygusal zekásı ile size bunu söylüyorsa, gardınızı düşürmek.
* * *
Hocam, ben de size teşekkür ediyorum.
Ben o yazıyı kötü bir niyetle yazmadım.
Şu an sizin söylediklerinize karşı ne kadar duygusalsam, Menderes Türel’e yapılan karşısında duyduğum tepki de o kadar duygusal, o kadar insaniydi.
Size yakışan budur.
CHP’ye, AKP’ye, MHP’ye bütün partilere yakışan budur.
Önce, altına inemeyeceğimiz insani bir çizginin üzerinde buluşabilmek.
Yani belden aşağı inmemek...
* * *
Ve son söz.
Genel yayın yönetmeni, insani her durumda gardı düşen kişidir.