PERŞEMBE günü öğleden sonra saat 15.00 sularında, otelin kapısından içeri girerken içimden bir ses şunu söylüyordu:
‘Hissediyorum, üçüncü şempanze yine geliyor...’
Biliyorum, bu tuhaf cümle size fazla bir şey söylemiyor.
O yüzden isterseniz otelin kapısına dönelim.
* * *
Singapur’a gidip de ‘Raffles’ adını duymamak için çok özel gayret sarf etmeniz gerekir.
Çünkü bu kadar küçük bir devletin içine bu kadar büyük bir isim yerleşince kaçış mümkün olmuyor.
‘Raffles’, Singapur’un en ünlü oteli.
19’uncu yüzyılda İran kökenli dört Ermeni kardeş tarafından kurulmuş.
O günlerde geniş bir arazinin ortasında tek başına kurulan bu muhteşem otel, şimdi Singapur’un gökdelenleri arasında kalmış.
Ama kapısından içeri adımını attığınız an, kendinizi şımarmış bir tropikal ormanın içinde buluyorsunuz.
* * *
Kapıda, üzerindeki kıyafetin beyazından bıyığına kadar her şeyiyle Hintliyim diyen, hálá İngiliz terbiyesini unutmamış bir görevli karşılıyor.
O aşina duygu işte daha orada içime yerleşiyor.
Kendimi bir anda İngiliz sömürgelerinde seyahat eden bir yazar olarak görüyorum.
Görünmez bir el beni soymaya başlıyor.
Üzerimdeki kargo pantolon, tişört ve hepimizi Mao’nun askerlerine çeviren o küresel tektip, alelade birer kumaş parçası gibi oraya buraya savruluyor.
Keten, hafif buruşuk beyaz elbiseyi giyiyorum.
Başımda hasır bir şapka, otelin kolonyal arkadlarının altında yürümeye başlıyorum. Çok nazik bir otel görevlisi, arkamda ise büyük valizlerimi taşıyan bir başka görevli.
Artık senaristi ve yönetmeni olmayan bir filmin kahramanıyım.
Üzerinde tanıdığım isimlerin yazılı olduğu süitlerin önünden geçiyorum.
Önce Jozeph Conrad, Somerset Maugham, sonra ötekiler ve işte benim kalacağım süit.
Üzerinde Ava Gardner yazıyor.
Sanki kader, beni hayallerimin en güzel randevularından birine götürüyor.
* * *
İşte hep böyle oluyor.
Nereye gitsem, ben kayboluyorum.
Yerimi, o mekánların, o tarihlerin, o anların başka insanları alıyor.
Venedik’in daha ilk kanalının önünde Profesör Eisenbach’a dönüşüyorum.
Thomas Mann’ın ‘Venedik’te Ölüm’ünün kahramanı beni benden kovuyor.
Bir sabah Prag’da bir otel odasında uyandığımda kendimi Gregor Samsa’ya, daha doğrusu onun da yerini alan o iç karartıcı yaratığa dönüşmüş buluyorum..
Kafka’nın çaresiz böceğine.
* * *
Neyse ki, dönek ruhumun demirlediği hiçbir yer, sadık kaldığı hiçbir mekán, aldatmadığı hiçbir kahraman yok.
İki adım sonra köprüyü geçerken Kundera’nın kahramanına dönüşecek kadar hafifmeşrebim.
Ürdün’de dar taş koridorların ucunda Petra’yı ilk gördüğüm an elimdeki kırbacı şaklatmaya başlıyorum.
Hasır şapkanın yerini geniş kenarlı maceraperest şapkası alıyor.
Artık Indiana Jones’un kendisiyim.
Oysa ondan çok değil daha iki üç hafta önce AsuanNehri’nin kenarındaki o efsanevi otelde akşam çayını içen Agatha Christie’nin herhangi bir kahramanıydım.
İşte öyle anlarda o soruyu kendi kendime soruyorum.
Allahım ben neyim?
Maymun iştahlı bir seyyah mı, alelade bir bukalemun mu, yoksa...
Yoksa mukallit bir maymun mu?..
Jared Diamond’un, ‘Üçüncü Şempanzenin Yükselişi ve Düşüşü’ adlı kitabını okurken, ‘Acaba hayat felsefemin temelindeki sorunun cevabı bu mu’ diye düşünmüştüm.
* * *
Aslında öyle çok ilginç bir kitap falan da değildi.
Darwin’in ‘insan maymundan türemiştir’ tezinin bilmem kaçıncı savunması bile diyebilirsiniz.
Tabii 20’nci yüzyılın son üç beş yılında tamamlanan gen haritasının önüme koyduğu gerçeği de unutmuyorum.
İnsan genlerinin yüzde 98.5’u şempanzeninkiyle aynı.
Peki sonuç...
Bazen tek bir DNA bile türlerin kaderini tayin ediyor.
Maymun kafesin içindeyse ve biz insanlar ona dışarıdan fıstık atıyorsak, bu kahredici bahtsızlığın nedeni işte o bir buçuk gen değil mi?
* * *
Bir de geriye kalan o 98.5 geni düşünüyorum. Birbuçuk gen, bahtsız veya bahtlı farklılıklar yaratıyorsa, 98.5 da kahredici veya güzel benzerlikleri sağlamıyor mu?
Mesela, bendeki bu iyileşmez taklit etme hastalığı.
Singapur’da bir otelin daha kapısında yakama yapışan o huy.
Üstelik de artık iyice alıştığım, hatta her yalnız gecede aradığım o duygu.