Paylaş
“LGBTT...”
Açılımı şöyle:
“Lezbiyen, Gay, Biseksüel, Transseksüel, Travesti...”
Gazetelerin verdiği rakamlara göre, 30 ile 50 bin kişi arasında insan katılmış...
Aynı gün dünyanın birçok şehrinde benzer yürüyüşler yapıldı.
Yine gazetelerden okuduğuma göre, dünyadaki en kalabalık yürüyüşlerden biri İstanbul’da yapılmış.
Mesela Singapur’dakine 20 bin kişi katılmış...
* * *
Şimdi gelelim soruya:
İstanbul’da niye bu kadar büyük bir topluluk?
Bu şehirdeki LGBTT insanları, öteki şehirlerdekilerden daha mı fazla?
Gezi olayını, Ergenekon savcılarına emanet edecek kadar kendinden geçmiş ve bilenmiş kişileri bir yana bırakıyorum.
Eminim onlar bu yürüyüşü de “Ergenekon’un gay ayağı” olarak görecek ve sunacaklardır.
Ben size son bir ayın adını koyayım...
Siyasi iktidarından umudunu kesen Türkiye, “kendi çoğulculuğunu” kuruyor.
Yani kendi demokratik çoğulcu rejimini kuruyor...
* * *
Önceki gün İstanbul’daki büyük yürüyüşe katılan insanların büyük çoğunluğu, çoğulcu bir demokrasinin bu çağdaki en temel özelliklerinden birini desteklemek için oradaydı.
21’inci yüzyıl demokrasisi çoğunlukçu değil, çoğulcudur.
Ve bu çağın demokrasileri, sandıktan çıkana yönetme hakkı verirken, en az o hak kadar kuvvetli bir şekilde, azınlığın haklarını koruyucu denetim mekanizmalarını da oluşturur.
Daha açıkça söyleyeyim:
21’inci yüzyıl anayasaları, daha çok azınlıkta kalan insanların haklarını, çoğunlukçu zihniyetin istibdadına karşı korumak için yazılır.
* * *
Son bir haftaya bakın...
Türkiye’nin birçok yerinde okullarda, üniversitelerde, tarihinde hiç görmediği kadar esprili, zeki ve neşeli diploma törenleri yapılıyor.
Bütün törenlerde “Her yer Taksim, hepimiz Gezi’deyiz” sloganları atılıyor.
Acayip esprili pankartlar taşınıyor.
Yarının nesilleri 10 yılda eskiyen nesilleri feci şekilde ti’ye alıyor.
Hepimizle dalga geçiyor.
Kızmayın, kızmayalım...
Bugünün Türkiye’si bir ay öncesine göre çok daha umut verici bir psikolojidedir.
Çünkü Türkiye’nin genç sivil gücü, belki de tarihinde ilk defa kendi çoğulcu rejimini kuruyor.
Türk demokrasisinin kutlu doğum ayıdır haziran....
Sevgili Cem, bu polemik ona yakışıyor ama senin zekâna hiç mi hiç uymuyor
CEM Yılmaz’la Levent Kırca arasındaki polemiği herkes gibi ben de izliyorum.
Bir yerde Cem Yılmaz varsa insan ilgisiz kalamıyor, beklentiye giriyor.
İlk günden beri beni hiç düş kırıklığına uğratmadı.
Güldüm... Kaliteli güldüm. Sosyolog yanımı hep gıcıkladı. Günlük hayatımızdaki en sıradan hareketleri bize anlatmaktaki kabiliyetini hayranlıkla izledim.
Ama Levent Kırca polemik için ona uygun biri değil. Feci bir cümle ile tarihi bir Gezi olayının içine edecekti az daha...
Seviye artık nakıs bile değil.
Cem Yılmaz onu yukarı çekebilseydi, hadi diyecektim.
Ama esprisizlik seviyesinde Levent Kırca’nın özgül ağırlığı o kadar ağır ki, o Cem Yılmaz’ı aşağı çekiyor.
Sevgili Cem, çocuğun en sevilecek yaşlarına geliyor. Al güzel karını, tatile git.
Söylediklerine de “Eyvallah Levent abi” deyip geç.
Nasıl olsa bir gün kavuğu devredeceğin insan kesinlikle o almayacak... Sokma hayatına...
Kürt kardeşlerim barış şimdi hâlâ inebilir
ŞİMDİ yeri geldiği için, o günlerde yüreğime saplanan o hançeri çekip atacağım.
Barış sürecinin başında “Türk hassasiyetine dikkat edin” dediğimde, yemediğim hakaret kalmadı.
Irkçı dediler. Faşist dediler. Provokatör dediler. Beni patronuma şikâyet ettiler. İşten attırmaya uğraştılar.
Çok sevdiğim, çok takdir ettiğim, Gezi olayından sonra çok daha da sevdiğim arkadaşım Sırrı Süreyya bile şakayla, “PKK’nın bırakacağı silahı ona verelim” dedi.
* * *
Şimdi, bana bunları yazanların desteklediği partinin mitinglerine bakıyorum...
Etraf gelincik tarlası gibi.
Türk bayrağının ve üç hilalli bayrağın al kırmızısı her yerde göndere çekiliyor...
Öcalan yine “terörist başı” ilan edildi.
Ben yine orada değilim.
Artık ona “terörist başı” demiyorum. Süreçte en büyük etkiyi hâlâ onun yaptığına inanıyorum.
Ama barışı samimi olarak isteyen Kürt kardeşlerime içimden gelen şu sözleri bütün samimiyetimle söylemek istiyorum:
Seçim sonuçları şu olur bu olur.
AK Parti yine yüzde 50 oyla iktidar olur.
Demokrasilerde partiler sandıkla gelir, sandıkla gider veya kalır.
Türkiye’de artık yeni bir rüzgâr esiyor.
Bu hayırlı bir rüzgârdır. Demokrasiyi kuvvetlendirecek bir rüzgârdır.
Ve bu rüzgâr, tarihinde ilk defa “barış sürecini, bir devlet projesi olmaktan çıkarıp halkın projesi haline getirme” şansını doğurmuştur.
Bu ülkede Türklerle Kürtleri barış içinde, aynı ülkeye ait olmanın mutluluk verici ruh haliyle yaşatacak olan gerçek barış, anayasalarda değil, gönüllerde yazılır.
Türkiye’de halk ilk defa, partilerden, derneklerden, şundan bundan bağımsız şekilde çoğulcu rejimini kuruyor.
Kürtler de aynı bağımsız ruhla bu harekete katılmalı.
Kan dökme emri nereden geldi
DÜNKÜ Radikal gazetesindeki iddia şu:
“İstanbul, İstanbul Emniyet Müdürü’nün inisiyatifine bırakılsaydı süreç baştan sona kan akıtılmadan yönetilirdi...”
Demek ki şehrin en üst emniyet yetkilisi, bu süreçte devre dışı bırakılmış.
Önce sözü söyleyen kim ona bakalım:
“İstanbul’da üst düzey emniyet görevlileri...”
Yani adı yok. O zaman bu iddiayı onların ağzından aktaran kişiye bakalım.
Prof. İbrahim Kaboğlu...
Herhangi biri değil.
2003-2005 arasında Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu Başkanlığı yapmış.
Yani rejimin henüz çoğunlukçuluğa dönüşmediği dönemde, AK Parti iktidarı ile çalışmış.
İddia vahim...
Demek ki birileri kan dökme pahasına Emniyet Müdürü’nü zorlamış.
Kim?
Vali mi?
İçişleri Bakanı mı?
Yoksa daha yüksek biri mi...
Ama iddia vahim.
“Kan dökme emri yüksekten gelmiş...”
Paylaş