TÖRENE, Dirk Bogarde’ın, filmdeki o hüzünlü bakışına yakışır şekilde hazırlandım.
Hesaplı, tasarlayarak, taammüden, kasten... Önce soyundum, aynanın karşısına geçip kendime baktım. Sonra, büyük özenle sakladığım, en kaliteli ketenden yapılmış, bol, üzerime dökülen pantolonumu giydim. Bu gece bana tezat lazımdı. Tezadın tam kendisi lazımdı. Üzerine, Boğaz Köprüsü’nün gecelerimize hediye ettiği o en baştan çıkarıcı rengi, purple’ı seçtim. Purple tişörtümü giydim, yakalarını özensizce, arkamda bıraktığım kim bilir kaç dağınık yatağı hatırlatır gibi bıraktım. Sere serpe... Kendi başına; Bob Dylan’ın şarkısındaki o cümle gibi: “How does it feel to be on your own” Üzerine, bol, buruşuk, sırtımdan dökülen, sadakatin sınırlarında dolaşan, beni her an terk etmeye hazır tiril tiril bir ceket giydim. Ayağıma ise, son günlerdeki en fetiş aksesuvarımı taktım. Bir çift Alex MacQueen ayakkabı. Aynaya baktım, Dirk Bogarde bana bakıyordu. Profesör Aschenbach’ı gördüm. Sakin, güven verici, hayran... Hayran olmayı; hayran olunmayı özlediğimi fark ettim. * * * İnsan, ölümün estetize edildiği bir ayine böyle hazırlanabilir mi? İç dünyanız yıllardır bu ağır bagajı taşıyorsa, manevi rızkınızı hayatınızı dramatize etmekten çıkarıyorsanız; hayatınız böyle muazzam bir hayalden ibaretse; böyle bir ıssız adam mahallesinde doğmuş, teneke trampetinizi hep o mahallede çalmış, orada buluğa ermiş, büyümüş, delikanlı olmuş... Ve orada ölmeye hazırlanıyorsanız. Böyle yaparsınız. Önceki gün, İzmir’de, doğduğum şehirde, olağanüstü bir Mahler gecesine işte böyle hazırlandım. Biraz hatıralarla, çok çok hüzünle, biraz hayata “Hakuna matata”, “Bırak nereye giderse gitsin, ne kadarı, kalırsa kalsın, ne kadarı dönerse dönsün” diyerek... Bu yılın en büyük konserlerinden birine böyle hazırlandım. Kraliyet Concertgebouw Orkestrası, Mahler’in Beşinci Senfonisi’ni çalacaktı. Ve ben o parçayı, İzmir’de dinleyecektim. Başka vaporetto’ların, sessiz ve sakin körfez gemilerinin önümden geçtiği şehirde. Şef Daniel Gatti yönetiminde, bu dünyanın en olağanüstü orkestrasından, olağanüstü bir Mahler dinledim. “Venedik’te Ölüm” filminin girişindeki o olağanüstü parçayı. Bunun için İzmir’e gitmiştim. Sukutuhayale uğramadım. Ve ben şanslı bir adamım. * * * Sonra gerilere, kendi mazime dalıyorum. “Venedik’te Ölüm” filmini seyretmek üzere sinemanın önünde kuyruğa girdiğim o günden bu yana neredeyse 40 yıl geçmiş. Bir ömür. Kuyrukta beklerken, yandaki müzik mağazasından gelen sese kulak veriyorum. Kuyruktan çıkıp “Bu nedir” diye soruyorum. Mahler’in “Ölmüş çocuklar şarkısı”nı orada keşfediyorum. Yıllar sonra 12 Eylül’ün dibe vurdurduğu bedenimi ve ruhumu, “Ölmüş çocuklar şarkısı”nı dinleyerek, defalarca dinleyerek saklayabileceğimi, sakladığım yerde kim bilir kaç “Anne Frank’ın hatıra defteri”ni dolduracağımı, yazıp yazıp yakacağımı aklımdan bile geçirmiyordum. Henüz 25 yaşımdaydım ve hayat bana vaatlerde bulunuyordu. “Venedik’te Ölüm” filminin son sahnesinde Prof. Gustave Aschenbach’ın, hazan mevsiminin kapısında artık tenhalaşmış bir plajda, genç bir bedeni ve yüzü seyrederek öldüğü sahneden sonra çok tuhaf bir duyguyla dışarı çıkmıştım. O duygu beni, bütün hayatım boyunca derin hac yolculuklarına çıkaracaktı. Michelangelo’yu, Caravaggio’yu, Playboy Dergisi’ndeki Vargas girl’leri hep “Venedik’te Ölüm”ün alın yazısı gibi ruhuma işlediği o tutkularla seyredecektim. Seyretmenin, hayranlıkla, tutkuyla seyretmenin asıl eylem olduğunu anlayacaktım. * * * Orkestra, Beşinci Senfoni’nin o bölümüne geldiğinde, düşünüyordum. Acaba “Venedik’te Ölüm” filmini seyretmeseydim, o film olmasaydı, yıllarca unutulmuş Mahler, Bilge Karasu’nun gövdesine pençelerini geçirmiş kedisi gibi, hayatıma böylesine güçlü bir şekilde girebilir miydi? Nasıl bileyim ki, bu müzik hayatımda var. Artık var ve ben yıllardır onu dinliyorum. Bugün hâlâ, “Hayatınızda en çok iz bırakan film hangisi” diye sorulduğunda, hiç düşünmeden, otomatik bir şekilde; “Venedik’te Ölüm” diyorum. Bir film ve bir müzik insanın hayatına bu kadar ağır bir bagaj yükleyebilir mi? O beden, o ruh böyle bir bagajı bir hayat boyu taşıyabilir mi? Hayat muhasebesiyse işte muhasebe. Taşır. Taşımaya değerse, bir yanınızı durmadan kurcalıyorsa, cezbediyor, baştan çıkarıyorsa, taşır.