Teşekkür mevsimi

OLUR olmaz şikáyeti gündelik hayatının, hatta karakterinin en övünülecek yanı haline getirmiş bir insan için şu cümle ne ifade eder:

"10 yıldır hayata teşekkür etmediğim bir gün dahi yok."

Şikáyet kültüründe bu cümlenin yeri yoktur.

Hayatının her gününe teşekkür etmek, adaba aykırıdır.

Hatta ilahi bir yalakalıktır.

Bunu o toplumun ne sıradan insanına, ne de göğsünü gere gere "Aydın muhaliftir, şikáyetçidir" diyen entelektüeline anlatabilirsiniz.

Oysa yaşadığı her güne teşekkür eden insanlar var.

Mesela Candan Erçetin.

* * *

Bu cümleyi, çıkardığı "Aman Doktor" CD’sinin kitapçığına yazdığı yazıda okuyorum.

Aynen şöyle:

"Bana hayallerimi gerçekleştirecek gücü veren

dostlarım olduğu için

Kendimi müzikle ifade etme şansını

yakaladığım için


Hayallerimi ve müziğimi paylaşabildiğim için

10 yıldır hayata teşekkür etmediğim bir

gün dahi yok."

* * *

Ben bu duyguyu en çok Akbük’teki evimin önünde, dolunay tam koyun üstüne yerleştiği zaman hissederim.

Güzel bir akşam yemeği yemişimdir.

Mutlaka iki üç kadeh çok güzel şarap içmişimdir.

Mutlaka güzel bir müzik, göle benzeyen suları okşayarak dolunaya doğru seyretmektedir.

Her defasında kendimi beyaz bir koltuğun üzerinde bulurum.

Orada öyle hareketsiz saatlerim geçer.

* * *

Ay, dağların arkasında kaybolmadıkça gövdemin ataleti gitmez.

O hareketsizlik derin bir meditasyona dönüşür.

Bütün bu mutluluklar için Allah’a şükrederim.

Bu güzelliklerin her biri için ayrı ayrı şükrederim.

O müthiş Şiraz şarabı için.

Puccini, Mahler, Beethoven, Mozart, Bach için.

Callas, Kiri Te Kanawa, Dame Janet Baker için.

O çam ağaçları, dolunay, durgun ve berrak sular için.

Sevdiğim insanlar için.

Tabii ki yaşadığım günler için.

O sükûnet anları, içimdeki deliliğin en masum halleridir.

Bir an kendimi ağlarken bulurum.

Üç saniye sonra kontrol edemediğim gülmeler başlar.

Yeni doğmuş bir çocuğunki gibi nedensiz, bahanesiz, tek kişilik kontrolsüz gülümsemeler, hatta kahkahalar atarım.

* * *

Benim hayata teşekkürüm, Allah’a şükretmem kendini böyle ispat eder.

Sanki içimdeki beni iplemeyen, zaptedilmesi mümkün olmayan biri, koyun kenarındaki küçük evimizi, cemaatsiz bir mabede çevirir.

O tek kişilik mümin, Allah’ı ile baş başa kalır.

Ne bir imam, ne bir rahip, ne haham, ne başka biri.

İhtiyacım olan tek şey, sessiz suların üzerinde yükselen tek kişilik koronun ilahisidir.

Kendimin söylediği cılız ilahileri, yine kendim dinlerim.

Hayata teşekkür, böyle anlarda "Enel Hak" haykırışı haline dönüşür.

Şükreden varlığınız, şükredilenin kendisi olur.

İsimler silinir, duygular anonimleşir.

Geriye insanın damıtılmış, saf hali kalır.

İnsanın en korunmasız; ama en güçlü hali.

Bu haftayı Candan Erçetin’i dinleyerek geçirdim.

Aslında dinlediğim, bütün bir çocukluğum, gençliğimdi.

İzmir’in Kahramanlar Mahallesi’nde başlayıp, Üçyol’unda devam eden, her biri ayrı ayrı teşekkürü hak eden o çocukluk günlerimin şarkılarını dinledim.

Kim yazmış, nerede bestelemiş, kimler söylemiş... Hiç bilmediğim, hiç düşünmediğim şarkılar.

Çoğu sahipsiz, kasaba meydanlarına bırakılmış melodiler.

"İndim havuz başına", "İzmir’in kavakları", "Kadifeden kesesi", "Kalenin bedenleri", "Bir dalda iki kiraz" ve ötekiler.

Kimini bir Türk yazmış, kimini kimbilir hangi mübadele ıstırabı içinde kahrolup gitmiş hüzünlü bir Rum.

Şen şakraklığı ve neşeyi, ağır bir hüzne çevirme sanatını, Allah belki de sadece bu neslin hüzünlü simyacılarına bahşetmiştir.

Karşılığında istediği bedel ise yerini yurdunu terk etme ıstırabıdır.

* * *

Ama artık mübadele günleri bitiyor.

Şimdi teşekkür zamanı.

Hayatın her gününe, bugünleri güzel kılan bütün insanlara ve bu güzellikleri yaratana şükretme, teşekkür etme zamanı geldi.

Bu güzel şarkılar için de Candan Erçetin’e...
Yazarın Tüm Yazıları