Paylaş
HENRI Nahum, İzmir doğumlu bir Yahudi. 1928 yılında doğmuş. Ailesi Manisa kökenli. Babası Fransız Alyans okullarında çalışırken, 1935 yılında Fas'a tayin olmuş.
Oradan Paris'e geçmişler. Tıp öğrenimi yaptıktan sonra uzun yıllar Paris Tıp Fakültesi'nde profesörlük yapmış.
67'SİNDE DOKTORA
1995 yılında yani 67 yaşındayken Sorbonne Üniversitesi'nde tez yapmaya başlamış.
Tez konusu ‘‘19 ve 20'nci Yüzyıllarda İzmir Yahudileri’’.
Tezi Türkçe'ye çevrilerek İletişim Yayınları tarafından yayınlandı.
Nahum, o dönem İzmir'inin etnik toplumlarını anlatıyor.
Türkler, bugünkü Kadifekale'nin eteklerinde otururlarmış.
Onlara en yakın semtlerde Yahudiler oturuyormuş. Onun az ötesinde ise Ermeniler.
Rum mahallesi ise şehrin çukur semtlerinde, denize yakın bölgelerdeymiş.
Kentin ticari ve şık merkezi ise Frenkler tarafından iskán edilmiş.
Nahum, şehrin Yahudi mahallesini anlatırken şöyle bir saptama yapıyor:
‘‘Bu (Yahudi mahallesi), Batı Avrupa'nın ortaçağda yaptığı gibi Yahudileri etrafı duvarlarla çevrili gettolarda yaşatma türünden otoriter bir şekilde dayatılmış bir ayırma değildi.’’
Benim asıl üzerinde durmak istediğim konu, Türkler hakkında Batı'da oluşan kötü imajla ilgili saptamaları olacak.
Yunan bağımsızlık hareketini alkışlayan Fransız edebiyatında Türkler hep kan dökücü, zalim ve katliamcı bir millet olarak tanıtılır.
Mesela Victor Hugo'nun ‘‘Sakız Katliamı’’ndan söz ederken kullandığı şu dizeler, lise öğrencilerine okutuluyordu:
‘‘Türkler, oradan geçti. Her şey yıkıntı ve yas.’’
SAKIZ KATLİAMI
Henri Nahum, kitabının 25'inci sayfasındaki bir dipnotunda, bütün bunları hatırlattıktan sonra şöyle diyor:
‘‘Sakız katliamları, 12 bin Türk'ün boğazlandığı Mora'nın başşehri Tripolis'in Yunanlılar tarafından alınışına Türkler'in cevabıdır.’’
Nahum'un, İzmir'deki Osmanlı tebaası Rumlar hakkında da ilginç bazı gözlemleri var.
Bunları da aynen aktarıyorum:
‘‘Osmanlı Rumları Yunan Devleti'ni tutmakla suçlanmaktadır, çoğu zaman da boşuna değil. Yunan kralının yaş günü sırasında mağazalar, evler, hatta kiliseler bayraklarla donatılmaktadır; okullarda çocuklara vatansever Yunan şarkıları öğretilmektedir.’’
RUMLAR'I BOYKOT
Bir başka örnek daha:
‘‘1897'de Türk-Yunan Harbi sırasında Yunan uyruklu yedek askerlerin ve gönüllü Osmanlı Rumları'nın İzmir'den Pire'ye gidişini şarkılar eşliğinde limanda uğurlayan Rum kalabalık, Türkler tarafından bir tahrik olarak görülmüştür. Türkler Rum mallarını ve dükkánlarını boykot ederler. Rum dükkánlarından alışveriş ederken yakalanan Türkler tartaklanır.’’
İnsaf edelim. Böyle bir durumda, Türkler'in yerine başka bir millet olsaydı, farklı mı davranırdı?
Dikkat edin. Rum mahallelerine saldırı falan yok. Son derece medeni bir protesto biçimi tercih edilmiş.
Yani Öcalan olayı sırasında İtalyan mallarına yapılan boykot gibi bir şey.
Kitaptan bir ilginç ayrıntı daha:
‘‘1905'te İzmir'de bir Ermeni komplosu ortaya çıkarılır. Sultan'ın doğum gününde birçok devlet binasına yerleştirilen patlayıcılar, önemli can ve mal kaybına yol açacaktı.’’
Kitabı yazan bir Türk değil. İzmir'de doğup, sonradan Fransa'ya yerleşmiş bir Yahudi.
TÜRKLER'İN DRAMI
Bütün bu örnekler bize şunu gösteriyor. Tarihte hiçbir olay, tek taraflı biçimde, ‘‘bir milletin acımasızlığı, zalimliği’’ ile açıklanamaz.
Tarihi olayları, böyle üçüncü kişiler yazdığı zaman, husumetlerin, acı olayların iki tarafı daha açıkça görülüyor.
Batı'da her tarafta, ‘‘Ermeni Tehciri’’ veya Anadolu Rumları'nın göçü ile ilgili yazılar okursunuz.
Ama Yunanistan'dan, Balkanlar'dan, Ege adalarından Anadolu'ya göç eden insanların dramına pek rastlamazsınız.
Oysa Anadolu'da yüz binlerce ailenin kendi küçük tarihleri böyle acılarla doludur.
Demek ki bunları anlayabilmek için ‘‘üçüncü şahıs’’ tarihçilere ihtiyaç varmış.
Paylaş