Paylaş
“Havana José Martí Havalimanı için alçalmaya başlıyoruz. Şimdi kemerlerinizi bağlayıp, koltuklarınızı dik pozisyona getiriniz.”
Allah Allah bu havalimanının adı Fidel Castro değil mi?
Bizde üç yıl sonra Atatürk Havalimanı’nın kapatılıp, yerine açılan havalimanına ‘RTE’ adının verileceğiyle ilgili haberler aklıma geliyor.
Buyur, Türkiye burada da yakamı bırakmıyor.
Uçak İstanbul’a doğru alçalırken “RTE Havalimanı’na hoş geldiniz” dendiğini hayal ediyorum.
Herhalde bu ismi kolay kolay kabul edemeyeceğim...
Herhalde Kübalılar gibi yapar, içimden “Hayır Atatürk Havalimanı’na iniyorum” diye iman ederdim.
O an karar veriyorum. İlk işim bu havaalanına neden ‘FC Havalimanı’ adı verilmediğini araştırmak olacak.
Tabii ki, Küba’nın bütün dünyadaki adıyla karşılaştırıldığında küçük bir havalimanı.
Ama Tansu, daha ilk adımda, ülkesine gelmiş gibi bir sevinçle önümde yürüyor.
Onun korkusundan havalimanıyla ilgili gerçek duygumu söyleyemiyorum.
Zaten uçakta esaslı bir Che dayağı yemişim, ilk günden maraza çıkarmak işime gelmiyor.
O nedenle Küba ile ilgili hep pozitif şeyler yazacağım.
BİRİNCİ YAZI:
Bu ülkede insanlar neden hiç konuşmuyor?
Otele yerleşip birer piña colada içiyor ve dışarı fırlıyoruz.
Piña colada, ananas suyu, hindistancevizi hamuru suyu ve romla yapılan bir kokteyl.
Üstü açık kırmızı bir araba bizi bekliyor.
Tansu, bir Faulkner romanından fırlamış güneyli bir kadın gibi, arabanın arkasına kurulup elini havaya kaldırıyor.
Zaten o el, dokuz gün boyunca yumruğunu hiç açmadan hep havada kalacak.
Bense, her zaman başımın belası olan rutubetle uğraşıyorum.
Gömleğimin üstten üç düğmesini açıyorum.
Biraz yapış yapışım ve ben de daha o an Ernest Hemingway kişiliğine bürünüyorum.
Daha ilk akşam bir şey dikkatimi çekiyor:
Etrafımdaki insanlardan en küçük ten kokusu gelmiyor.
Oysa rutubet yapış yapış, insan terliyor.
Küba’nın her yerine gireceğim. En fakir mahallelerde dolaşacağım.
Hiç abartmıyorum. Bir tek insandan dahi ten kokusu gelmeyecek.
İKİNCİ YAZI:
Hiçbir ülkede bu kadar Hemingway olmadım
Eski Havana’nın ara sokaklarından birinde bir kafenin girişinde oturuyorum.
Yanımda not defterim, aldığım notlara bakıyorum.
Her zamanki gibi Hemingway havasındayım.
Bir piyanist, her zamanki gibi harika bir Chan Chan çalıyor.
Türkiye çok uzaklarda.
21’inci yüzyıl çok uzaklarda.
1940’larda, 50’lerdeyim.
Üzerimdeki bol cepli kargo pantolon ve tişörtüm, rutubeti emiyor.
O an anlıyorum...
İnsan Küba’ya “Tatile gidiyorum” duygusuyla gitmemeli.
Bir roman veya film kahramanına bürünüp, orada yaşamaya gitmeli.
Dokuz gün boyunca öyle yapıyorum.
Her şey o kadar uzak, kendiyse bana o kadar yakın ki...
Epeydir kaybettiğim kendimi Küba’da buluyorum.
Küba’da çiçek konulan tek mezar
ÜÇÜNCÜ YAZI:
Eğer masonsanız bu ülkede göğsünüzü gere gere gezersiniz
Şehrin denize bakan bölümünde büyük bir kapının altından geçerek bir avluya giriyoruz.
Avluda Küba’da gördüğümüz ağaçların arasında bir heykel var.
Burası 19’uncu yüzyılda bir Katolik ilkokuluymuş. Adı ‘Seminario de San Carlos’.
Bize Küba’yı anlatan dostumuz Fidel, “Her şey burada başladı” diyor.
Küba milliyetçiliği burada doğmuş.
İspanya’ya karşı bağımsızlık hareketini başlatan okul burasıymış.
Küba’nın bağımsızlık hareketini başlatan José Martí de burada okumuş.
Bu arada hiç bilmediğim bir şeyi öğreniyorum:
José Martí masonmuş.
Bağımsızlık hareketinin neredeyse bütün öncüleri masonmuş.
Şehrin merkezindeki en büyük binalardan biri Küba mason hareketinin merkezi.
Binanın önüne kadar gidip girmeyi denedim ama bir yetkili bulamadığımız için giremedim.
DÖRDÜNCÜ YAZI:
Hayret, havalimanında Castro heykeli göremiyorum
Şehrin en önemli siyasi merkezi olan Devrim Meydanı’ndayız.
Uçak alçalırken merak ettiğim sorunun cevabını burada alıyorum.
Hemen her yerde José Martí heykelleri görüyoruz.
Hemen her dükkânda Che Guevara tişörtleri var.
Komünist bir ülkedeyseniz ve o ülkenin başında yarım yüzyıldan beri aynı efsane şahıs bütün gücüyle oturuyorsa, ister istemez ‘lidere tapınma’ işaretleri arıyorsunuz.
Havaalanının adının Fidel Castro olmamasına şaşırmıştım.
İkinci şaşkınlığı Devrim Meydanı’nda yaşıyorum. Orada da Castro heykeli yok.
Tam karşıdaki binanın üzerinde dev bir kabartma desen var.
Che Guevara’nın resmi...
Ayrıca hiçbir yerde Castro tişörtü göremiyorum.
Arkadaşımız Fidel’e soruyorum.
“Fidel Castro kendi adı etrafında bir şahsa tapınma istemiyor” diyor.
Ben de içimden, “Demek ki kibir, gurur dağları, daha yaşarken havaalanlarına isim verme telaşı bir Ortadoğu alışkanlığı” diyorum.
Küba seyahati boyunca sol elim havada yumruk sıkılmış tek pozu orada veriyorum.
BEŞİNCİ YAZI:
Doğarken ölen çocuğuyla gömülen kadının esrarı
‘Buena Vista Social Club’ın efsane isimlerinden İbrahim Ferrer’in mezarının, şehrin ortasındaki Katolik mezarlığında bulunduğunu öğrendiğim an programı değiştirdik.
Yine abartmadan söylüyorum, hayatımda gördüğüm en güzel üç Katolik mezarlığından biriydi.
Bembeyaz mermerden yapılmış, her biri sanat şahaseri heykellerin yan yana dizildiği mezarlık çok iyi korunmuş.
İbrahim Ferrer’in mezarı, girişteki yolun başlangıcında hemen sağda ikinci sıradaydı.
Ötekilere göre daha sade bir mezardı ve mezar taşında siyah beyaz bir fotoğrafı vardı.
Biraz ilerisindeyse, geçmişte büyük bir yangında hayatını kaybeden itfaiyeciler için ortak bir anıtmezar duruyordu.
Mezarlığın en yüksek anıtını onlar için yapmışlar.
Mezarlığın en kutsal yeri, itfaiyeciler anıtının karşı tarafında bir yerdeydi.
Mezarın başında Meryem Ana’ya benzetilmiş bir kadın heykeli var. Kucağındaysa yeni doğmuş bir çocuğu tutuyor.
Amelia Goyre de la Hoz isimli kadının hikâyesi çok ilginç.
Doğum yaptıktan hemen sonra hem kendi hem doğurduğu çocuk ölmüş.
Onları yan yana gömmüşler.
Küba’da mezarlar bir süre sonra açılıyormuş.
Bu mezar açıldığında, kadının yanına gömülen çocuğun, onun kolları arasında durduğu görülmüş.
O nedenle bu mezar bir tür yatıra dönüşmüş.
Küba’da mezarlara çiçek koyma alışkanlığı yok.
Burada sadece o kadının mezarına çiçek konuyor ve dilekte bulunuluyor.
Dilek tutarken, gerçekleştiği taktirde kime nasıl bir iyilik yapacağınızı da içinizden söylüyorsunuz.
Dileğiniz yerine gelirse, siz de verdiğiniz sözü tutuyor, sonra gelip mezarın hemen yanındaki yere küçük bir plaket koyuyorsunuz.
İnsan 60 yıldır komünist rejimde yaşayan bir mezarlıkta böylesine kutsal bir hikâyeyi dinleyince tuhaf oluyor.
Devrim Meydanı’nda en klasik poz.En son 30 sene evvel yapmıştım.
ALTINCI YAZI:
Dokuz gün boyunca sadece bir kere çan sesi işittim
Eski şehrin çok güzel restore edilen bölümündeki bir kafede oturuyorum.
Tam karşımda büyük bir kilise var.
Meydan, cıvıl cıvıl insan dolu.
Kilisenin kapısında küçük bir kalabalık var. Önünde tipik Karayip kıyafetleri içinde kadınlar, iki-üç dolar karşılığı resim çektiriyor.
Tam o çan sesi duyuyorum.
Küba ve kilise çanı...
Cep telefonumdaki videoyu ayarlıyorum ve ikinci defa çalmasını bekliyorum.
Ama gelmiyor.
Kalkıp kiliseye giriyorum ve kapıda küçük hatıra eşyaları satan görevliye “Burada her gün çan çalınıyor mu?” diye soruyorum:
“Hayır çalınmıyor. İçeri giren ziyaretçilerden biri çalmış olmalı. Her defasında uyarıyoruz ama arada bir dinlemeyen çıkıyor.”
Devrim Müzesi’nde bir Michael Jackson
YEDİNCİ YAZI:
Bueno Vista’nın doğduğu mahallede hissettiklerim
Havana’nın bütün kartpostallarında gördüğümüz Malekon’u (kordon boyunu) geçip, geniş ve ağaçlı bir yola giriyoruz.
Yollar çok düzenli ve etraftaki evler çok estetik.
Arada küçük meydanlarda banyan ağaçlarını görüyoruz.
Burası devrimden önce yabancıların oturduğu Miramar semti.
O yolun üzerinde, sağ tarafta daha popüler mahallelerden oluşan bir semte giriyoruz.
Burası, Alman yönetmen Wim Wenders’in dünyaya tanıttığı ‘Buena Vista Social Club’ müziğinin doğduğu yer.
Yolun kenarına oturup etrafı seyrediyorum. Üstü çıplak Küba gençleri beyzbola benzeyen bir oyun oynuyor.
İbrahim Ferrer, Compay Segundo, Omara Perfundo ve Rubén Gonzalez’i düşünüyorum.
Artık çok azaldılar...
Kalanları iki ayrı gruba bölünmüş.
İki gece gidip dinliyoruz...
SEKİZİNCİ YAZI:
Tavuk kesilmeden vudu ayininden ayrılıyoruz
Şehrin ortasındaki Havana Ormanı’nda yürüyoruz. Tropikal bir orman. Ağaçlar her tarafı kaplamış. Ortadan bir nehir akıyor.
Küba’da beni en çok şaşırtan sosyal gerçeği orada öğreniyorum: Komünizm, 50 yıldır Katolikliği yasaklamış. Büyük ölçüde ateist bir nesil yaratılmış.
Ancak son 10 yılda Afrika kökenli Yoruba dinleri gelişmeye başlamış.
Birçok insan şimdi bu vudu ayinleri yapılan dinlere yönelmiş.
Bu ayinlerin merkezlerinden biri Havana Ormanı. Dönüşümüzden bir gün önce ormanda dolaşırken böyle bir ayine rastladık ve seyrettik.
Aile geliyor ve önce bir çukur açıyor. Sonra çukurun etrafına küçük tabaklar içinde 13 ayrı yiyecek diziliyor. Sonra bir tavuk kesilip kanı çukurun içine akıtılıyor. Ayini sonuna kadar izleyemedik, iş tavuk kesme olayına gelince oradan ayrıldık.
Şehir, bu ayinden sonra genç kızlığa giren beyaz elbiseli kızlarla dolu.
Afrika kökenli dinin yayılışı Küba için ciddi bir sorun olmaya başlamış.
DOKUZUNCU YAZI:
Günün geri kalanı devrim komitesinde geçiyor
Obispo Sokağı’nda yürürken Tansu aniden bir binanın önünde duruyor ve “İşte en çok fotoğraf çektirmek istediğim yer burası” diyor.
Fidel, “Maliye ve Fiyatlandırma Bakanlığı” diyor. Düşünebiliyor musunuz, fiyatları bakanlık belirliyor. Tansu haklı. Burası komünizmin son kalesinin son surları...
Özal’ın tezgâhından geçmiş bir liberal olarak “Fiyatları da bakanlık mı belli eder?” diye soracakken sözü ağzıma tıkıyor: “Zaten dünyayı sen bu hale getirdin...”
Biraz sonra bir binanın önüne geliyoruz. Kapısında “Hep dikkatli olalım” yazıyor.
Burası Küba Devrim Komitesi’nin mahalle şubesiymiş. Giriyoruz ve günümüzün geri kalan kısmı orada geçiyor.
Tansu, bir anda Paris yıllarımıza dönüyor. Mahallemizdeki Komünist Parti hücresini hatırlıyoruz. Bazı toplantıları bizim evde yapılırdı. Ağzımı açıp tek laf etmiyorum.
Gün Tansu’nun günü ve intikamımı bir Amerika seyahatinde alacağım. Yani alamayacağımı biliyorum da laf olsun...
Ormanda yapılan vudu ayini
ONUNCU YAZI:
Son söz: Küba gerçekten görmeye değer bir yer
Tansu ile hayatımızda en uzun tatili yaptık. Tatil değil, bir şehirde birlikte yaşamaktı. Epeydir ayrı şehirlerde oturduğumuz için bu, bizim için harika bir deney oldu.
Küba yüzünden epey kavga ettik ama daha fazla eğlendik. Son dört günde ben de acayip havaya girdim ve harika bir Komünist Disneyland’da hissettim kendimi.
Eski Havana’nın şehir dokusu harika.
Evet ülke hâlâ yoksul. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra çok sıkıntılı bir dönem başlamış. Amerikan ambargosu hayatı çok kötü etkiliyor.
Ama insanlar tuhaf şekilde mutlu...
Fidel bunu şöyle açıklıyor:
“Biz en zor günlerimizi, hayatımızın neşesine, müziğe, hayat tarzımıza sarılarak atlattık.”
Ben de Türkiye’de insanlara hep aynı şeyi söylemiyor muyum?
Bildiğiniz hayatı hiç çekinmeden yaşayın...
Küba harikaydı. Hepinize gidin, görün derim.
ÖNEMLİ TAVSİYELER
-Küba’ya giderken mutlaka uzmanlaşmış bir seyahat ajansına danışın. Biz, Gazella Tur’la gittik.
-Şirketin Turizm müdürü Kaan Saf da bizimle birlikteydi. Şirketin CEO’su Velid Gazel ile bize olağanüstü bir program hazırladılar. Küba çok özel bir tur ve bu konuda çok uzmanlaşmışlar. Araştırın, sorun iyi referans aldığınız bir bir şirketi bulun.
-Bu konuda Hürriyet’in Seyahat eki size çok yardımcı olabilir.
-Yanınıza fazla eşya almayın. Oranın kış mevsiminde bile hava 27 derece. Üç-beş tişört yeterli.
-İki gününüzü Varadero’ya ayırın. Harika bir deniz ve Karayip peyzajı var. Oteller gayet iyi.
Cha Cha dansı ve Bolero ritmi bu ülkede bulundu
Bolero bütün Akdenizlilerin çok sevdiği bir şarkı ritmidir. Bu şarkının bulunduğu yer Küba. Ayrıca bütün 60’lı yıllara damgasını vuran harika Cha cha ritmi ve dansı da bu ülkeden çıkma.
49 kere Chan Chan,
37 kere Hasta Siempre
‘24 Saat Parti İnsanları’ filmini çok sevmiştim. Küba’ya adımımı attığım andan, dönüş uçağına bindiğim ana kadar bir kere bile elektronik müzik dinlemedim.
Burası tam anlamıyla bir ‘24 saat canlı müzik ülkesi’... Her sokak, her köşebaşı, her kafe, her restoranda müzik var.
Tabii en başta gelen şarkı, ‘Buena Vista
Social Club’ filmi ve CD’siyle dinlediğimiz ‘Chan Chan’...
İkinci günden itibaren saydım.
Tam 49 ayrı yerde ‘Chan Chan’, 37 yerde ‘Hasta Siempre’, 28 yerde ‘Guantanamera’, 17 yerde de ‘Dos Gardenias’ şarkısını dinlemişiz.
Küba’nın en iyi ihraç ürünü Che ve puro
Dokuz günlük gözlemlerime göre, Küba”nın ilk beş ihraç ürünü şunlar:
-Che Guevara tişörtleri, fotoğrafları
-Puro
-Buena Vista Social Club müziği
-Ernest Hemingway
-Mojito
Türkiye’de Fidel ismi taşıyan 50 Türk varmış
Küba’da benim için en güzel sürpriz, harika Türkçe konuşan bir Kübalıyla tanışmak oldu. Üstelik adı Fidel... Soyadı Tapanes...
Babası, Fidel Castro ile birlikte devrimi başlatan Moncada baskınına katılıp sağ kalanlardan biri. Daha sonra Küba’nın Türkiye’deki ilk büyükelçisi olmuş.
Fidel’in Türkiye’deki hayatı işte o sırada alt katlarında oturan ve büyükelçilikte şoför olarak çalışan bir Türk’ün ailesi içinde geçmiş.
“Benim ilk Türkçe öğretmenim Perihan Abla oldu” diyor. Televizyonda Perihan Abla dizisini seyrediyormuş. Bir de Cüneyt Arkın filmleri.
Fidel harika bir insan. Ülkesine ve Türkiye’ye toz kondurmuyor. Ondan öğreniyoruz ki Türkiye’de Fidel ismi taşıyan 50 kişi varmış. Castro 2006’da yaş günü için onları Havana’ya davet etmiş ama hastalanınca yaş günü iptal edilmiş.
KÜBA’NIN ENLERİ
ŞEHRİN EN İYİ KORUNAN YERİ: Castro ve arkadaşlarını Meksika’dan Küba’ya getiren Granma yatının sergilendiği yer.
ŞEHRİN EN KALABALIK CADDESİ: Ernest Hemingway’in kaldığı Ambos Mundos Oteli ve her akşam daiquiri içtiği barın bulunduğu Obispo Caddesi.
HAVANA’NIN EN İYİ BİRASI: Banko Buchanero... Alkol derecesi 5.4 ve Belçika abbey biraları tadında. Zaten maltı Belçika’dan geliyormuş.
EN İYİ RESTORANI: Gidenlerin çoğu, eski ve metruk bir binanın içindeki, ‘Çilek ve Çikolata’ filminin çekildiği La Guarida olduğunu söylüyor. Ben San Francisco meydanındaki Café del Oriente’yi daha çok sevdim.
EN İYİ YEMEĞİ: Bana göre ızgara ıstakoz. Bir de La Cocina de Lilliam’daki Küba usulü paella.
Paylaş