DÜN yurtdışında yaşayan tanıdığım 35 yaşında bir kadından aldığım SMS mesajı:
"Moralim çok bozuk. Ne işimi yapabiliyorum, ne uyuyabiliyorum. Ben bir kadın olarak ne yapmalıyım? Ülkeme ümitle bakmak istiyorum. Başkalarını kıskanmak istemiyorum. Utanıyorum. Bugün işime mahcup geldim. İşyerindekiler soru soruyor, cevap veremiyorum. Bu Müslüman monarşide insanlar türban nedir bilmiyor da biz mi biliyoruz? Anlamadım. Bunca zamandır bu güzel hasletlerle umut doluydum. Ne harika bir ulus olduğumuzu düşünür, gözlerim dolardı. İlk defa moral bozukluğu ve ümitsizlikten ağlattılar beni."
Şimdi gelin bu kadının robot portresini çizelim.
Kimdir bu kadın?
Bu kadın, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın tarifiyle, "Bir avuç seçkinin" azgın bir üyesi midir?
Yani, "lafı, korkusu, endişesi kale alınmayacak, üç beş insandan biri"...
Yoksa Türkiye Cumhuriyeti’nin, gelecek hakkında samimi endişeleri olan, iyi okumuş, eğitimli, aydın bir insan mı?
Yani Erdoğan’ın başbakanlığını yaptığı ülkenin bir "vatandaşı"...
Onun rejimle ilgili endişesi, dişleri kenetlenmiş, hançeresi gerilmiş bir türbanlı kızdan daha mı az meşrudur?
Kendine demokrat diyen bir başbakanın buna "Evet daha az meşrudur" diye cevap vereceğini sanmam.
Öyle düşünse bile ağzından bu cümleyi çıkaracak kadar akılsız olduğunu da sanmam.
Böyle durumlarda İslami duyguları ağır basan bir siyasetçinin önünde iki yol vardır.
Ya "takıyye" denilen, "tramvaya binme" veya "köprüyü geçme" yöntemine başvurur.
Ya da duygularında samimidir, onun gereğini yapar.
Her ikisi de aynı yola çıkar.
35 yaşındaki bu genç kadının endişelerini yatıştırmak.
* * *
Dün sabahtan itibaren çevremden gelen tepkilere baktım.
Yazı işlerinin çoğunluğuna hákim olan hava, okurlarımıza ve çevremize de hákim.
İnsanlar Başbakan Erdoğan ve çevresine inanmıyor.
Evet ne yazık ki böyle.
Çünkü önlerinde "nereye kadar gideceği belli olmayan", hatta laik rejimin temellerinin sarsılabileceği bir gelecek görüyorlar.
Arkalarında ise seçim meydanlarında verilip, sonra tutulmayan sözler.
Mesela cumhurbaşkanlığı seçimi.
Mesela "Türbanı uzlaşarak çözeceğiz" vaatleri.
İşte bu yüzden insanlar güvenemiyorlar ve haklılar.
* * *
Öyleyse ne yapmak gerekir?
Bunun cevabını verecek olan ben değilim.
Cevap, demokratik bir ülkenin "başbakanlık tarifinde" verilmiş.
"Siz ülkenin bütün vatandaşlarının başbakanısınız."
Samimiyseniz, takıyye yapmıyorsanız, "Arkamda yüzde 46.5 var.Dediğim dedik" demiyorsanız, vatandaşlarınızın bu endişelerini gidermek sizin görevinizdir.
Onların gözlerinin içine baka baka, Kasımpaşalılığınızı, mertliğinizi, Müslümanlığınızı ortaya koyarak onlara şunu demelisiniz:
"Endişelerinizi anlıyorum. Onların bir bölümüne ben de katılıyorum. Ama buradan size söz veriyorum. Ben üniversitede bir sorunu çözmeye çalışıyorum. İlk, orta, lise ve devlet dairelerinde bu asla olmayacak. İçiniz rahat olsun. Bu ülke ilelebet laik kalacak."
Sonra türbanı savunanlara dönüp, yine gözlerinin içine baka baka:
"Benden daha fazlasını beklemeyin. Üniversiteyi bitirince devlet dairesine gireceğim, adım adım bu hakkı elde ederim hayali kurmayın."
Başbakan bunları söyleyebilir mi?
Eğer daha önce söylediği gibi, gerçekten bir uzlaşma istiyorsa açık, net ve kendisini bağlayıcı ifadelerle anlatmalı.
Toplumumuzun bazı kesimlerinde ciddi bir güven bunalımı yaşanmaktadır ve bunu giderme görevi bizzat Başbakan’ındır.
Bunu yapamadığı takdirde, kendisi türban sorununu çözdüğünü sanabilir, ama arkasından gelecek sorun daha büyük ve sancılı olacaktır.
Toplumda bir tarafın "zafer çığlığı" attığı, öteki tarafın ise "hezimet ağıtları" yaktığı düzenleme çözüm olamaz.