CENGİZ Çandar, pazar günü köşesinde yazınca, olaya ben de bir başka gözle bakmaya başladım.
ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Ankara’ya gelmeden önce ABD Dışişleri Bakanlığı’ndan üç kişi sessizce Türkiye’ye gelerek bir dizi görüşme yapıyor.
Ankara’da resmi yetkililerle görüşmeleri önemli.
Üç Amerikalı, Türkiye’de, Kürt hareketinin önde gelen isimleriyle özel görüşüyor.
Bu kişiler, Şerafettin Elçi, Esat Canan ve Orhan Miroğlu.
Ne görüşüyor bu kişiler?
Kulislere yansıyanlara bakılırsa, "PKK’yı dağdan indirecek kapsamlı bir Kürt planı..."
Yine Cengiz Çandar’ın yazısından öğrendiğime göre, Amerikalılarla bu görüşmeleri yapan Orhan Miroğlu, bir dizi yazı yayınlamış.
Şu cümlesi çok ilginç:
"Onurlu ve kalıcı barışın yolunu açacak ve PKK’nın silahsızlandırılması fikri etrafında oluşturulmuş bir ’Türk planı’ bu yüzden yok ve olamıyor.
Fakat PKK ve Kürt sorununa ilişkin bir Amerikan planı var.
AKP, Kürt sorununda, ne yaptığını doğru dürüst bilmeden, bu planın ardından sürüklenip gidecek ve iktidarını kaybedecek.
Çünkü AKP’yi yönetenler, eşzamanlı tarih okumasından yoksun.
Filistin sorununda arabulucu olmak istiyorlar, kendi Kürt sorunlarında ’sair efrad’ olmaya razı oldular."
* * *
Bu son cümleyi okuyunca, Davos çkışı sırasında yazdığım yazıyı hatırladım.
Başbakan Erdoğan, o günlerde şu tehlikeli cümleyi telaffuz etmişti:
"Terörü yeniden tarif etmek gerekir."
Tabii bu sözleri, Hamas’ı görüşmelerde devreye sokmak için söylemişti.
Ben de bu sözlerin "bumerang" gibi kendi üzerimize gelebileceği endişemi dile getirmiştim.
Şimdi Cengiz Çandar’ın yazısına baktığım zaman şunu açıkça görüyorum.
Kürt sorununun çözümünde PKK, "de facto" görüşme sürecine dahil edilmiştir.
Yani Türkiye, Hamas’ı, çözüm planına dahil etmeye çalışırken, bir anlamda PKK’yı da kendi Kürt sorununun çözüm sürecine dahil etmiş oluyor.
İsrail-Filistin sorununun çözümünde arabuluculuk yapmak isterken, başkalarının da Kürt sorunununda arabuluculuk yapma arzusunu ve kabiliyetini yükseltmiştir.
Nitekim Abdullah Öcalan da bu durumu görmüş olmalı ki, İmralı’dan "Sorunun çözümü sürecine destek vereceğini" açıkladı.
Fırat Haber Ajansı’na yaptığı açıklamada söylediği aynen şöyle:
"Ben bu konuda üzerime düşen sorumluluğu yerine getireceğim."
* * *
Peki bu durumda ne diyeceğiz?
Yıllardır resmi politika olarak PKK’yı muhatap kabul etmeyen Türkiye, şimdi bundan vaz mı geçiyor?
Tahminim, Türkiye, resmi düzeyde hiçbir zaman bu tezinden vazgeçtiğini söylemeyecektir.
Ama şurası da bir gerçek.
Başbakan Erdoğan’ın Davos öncesi o sözleri ve genel olarak Hamas’ı barış sürecine dahil etme politikası, gayri resmi olarak Türkiye’yi bu noktaya getirdi.
Buraya kadar yazdıklarıma bakıp, bu gelişmelere karşı çıktığımı düşünebilirsiniz.
Hayır tam aksine, ben bu süreci, bütün ayrıntılarıyla destekliyorum.
O nedenle Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, "Kürt meselesinde iyi şeyler olacak" sözlerini de çok ciddiye alıyorum.
Türkiye’nin geleceğini düşünen herkes de bu sürece destek vermeli.
İster kızalım, ister isyan edelim.
Geldiğimiz noktada, PKK, Türkiye’nin Kürt sorununda önemli bir aktördür.
Zaten DTP adına yapılan gösterilerde, mitinglerde, bu durum bütün açıklığıyla ortaya çıkmıştır.
O nedenle "Ben onu muhatap kabul etmem, şununla masaya oturmam" demenin de bir anlamı kalmadı.
Türkiye, şu veya bu şekilde akan kanı durdurmalı.
Hadi daha açık ve daha cesur bir ifadeyle yazayım:
Öcalan, kanın durdurulması ve Kürt sorununun çözümüne gerçekten yardımcı olabilecekse, onun eli de itilmemeli.
Ben kendi payıma artık bunları böyle adını koya koya konuşma zamanımız geldiğine inanıyorum.
Benim ağırıma giden bu değil, kendimize ait Kürt sorununu başkalarının çözmesidir.
Yani, bir plan yapılacaksa, onlardan daha cesur davranıp bunu biz yapalım ve şerefi de onlara değil bize ait olsun.