Saat ayarı bozulmuş bir şehir

ÖYLE sanıyorum ki, dünyanın hiçbir yerinde yelkenliler bu kadar ağır seyretmez. Rüzgár böylesine sakin, yelkenler böylesine tembel olamaz.

Dünyanın hiçbir yerinde bir nehir bu kadar kendiyle barışık, bu kadar sessiz olamaz.

* * *

Bugün cumartesi.

Mısır'ın Sudan sınırına yakın bir yerinde, Asuvan şehrindeyim.

Nil Nehri'nin üzerindeki bir adadan etrafı seyrediyorum.

Birkaç kuş sesi dışında, neredeyse hiçbir ses yok.

Odamın balkonu, begonvillere yaslanmış.

Biraz ilerde dev bir karabiber ağacı Nil'i ikiye bölüyor.

Sık bitki örtüsünün içerisinde muhteşem Nil akıyor.

Daha doğrusu akmaz gibi yapıyor.

Tıpkı üzerindeki yelkenliler gibi.

Gitmez gibi yapan yelkenliler, akmaz gibi yapan Nil ve sanki geçmez gibi yapan bir zaman...

Burası Agatha Christie'nin ‘‘Nil'de Ölüm’’ kitabını yazdığı ‘‘Eski Katarak’’ Oteli'nin şehri.

Oysa sabah arkamda bıraktığım şehir, aynı yazarın ‘‘Orient Ekspresi’’nin son durağıydı.

Agatha Christie için bunların ikisi de Şark'tı.

Birisi Şark'ın ilk durağı, öteki ise tali duraklarından biri.

İkisini birleştiren tek şey ise ölümdü.

Tuhaf...

Burada ölüm insana o kadar uzaktı!

Burada geçmeyen zaman, rölantiye alınmış hayat, ölümü öyle erişilmez kılıyor ki...

* * *

İki gece geçireceğim odaya tuhaf bir salla geçiyoruz.

Sanki binlerce yıldır orada aynı seyrüseferi yapan bir teknede gibiyim.

Uzun maşlahlar giymiş fellahlar, o hiç geçmeyen saatin yelkovanlarını elleriyle tutuyorlar.

Burada saatler zamanı göstermiyor.

Burada saatler, zamansızlığı ispat etmeye yarayan basit birer mekanik aletten başka bir şey değil.

Pandüller sallanmıyor, gonklar ise hiç çalmıyor.

Burada saat başlarına, yarım saatlere, çeyrek kalalara ve çeyrek geçelere ihtiyaç yok.

Şark'ın Afrika sınırına dayanmış bu hudut bölgesinde bütün saatlerin ayarı bozuk.

Takvimleri ise yapraksız.

Şark'ın ufku burada bitiyor...

Asuvan'ın zamanı yok, ama kokusu var.

Ekşinin tonları...

‘‘Suk’’, yani orta Şark rüzgárı kokusu.

Eminim ekşi, dünyanın hiçbir yerine bu kadar yakışmaz.

Yani ozon tabakası hiçbir zaman delinmemiş bir Şark atmosferi.

Kaldığım yerin adı ‘‘Fil Adası’’.

Adı, Nil'in yumuşak dokunuşlarla okşadığı sahildeki kayalardan geliyor.

Çünkü bu kayalar, birbirlerinin ardından yürüyen fillere benziyor.

* * *

Nil'in yeşilinin bittiği yerde çöl başlıyor.

Batı çölünün tüm hudut çizgisinde bir şato yükseliyor.

Bu Ağa Han'ın mezarı.

Hemen altında ise yeşil mango ağaçlarının içinde bir villa var.

O da Ağa Han'ın villasıymış.

Kepenkleri sanki hiç açılmamış ve ebediyen açılmayacakmış gibi duruyor.

Bu şehirde ölüme rastladığım tek yer burası.

Yelkenli bir teknede, Nil'in aksi istikametinde yol alırken ister istemez düşünüyorum.

Asuvan deyince aklımıza ebediyetten, tarihten önce bir barajın gelmesi ne hazin bir şey.

O baraj, yapılırken sadece tarihi mekánları altına almamış.

Muhteşem bir şehrin adı da o baraj gölünün suları altında kaybolup gitmiş.

Bu şehirde saatler belki de bu istilayı protesto etmek için intihar etmişlerdir.

* * *

Yelkenli teknemiz şimdi, bir zamanlar Lord Kitchener'in sığındığı adanın önünden geçiyor.

Orası artık botanik bir cennet.

Bütün ağaçları vaha kuşlarıyla kaplı. Zamanın durduğu, saatlerin intihar ettiği, pandüllerin hiç kımıldamadığı bu şehrin tek hareketli canlıları onlar.

Bir gün için de olsa burada huzur buluyorum.

Burada zaman durmuş.

Ölüm hiç olmayan sıradağların ardında.

Ve bu sükûnet içinde oturup kendimi açıyorum.

Sırtlanların lime lime ettiği ruhumun parçalarını tek tek diziyorum.

Kıvrımları çıkıntılara, çıkıntıları başka kıvrımlara denk getire getire yürüyorum.

Puzzle tamamlanıyor ve önüme o insan çıkıyor.

Çırpı gibi kollarını saklamak için uzun kollu gömlekler giymeye mahkûm olmuş o çelimsiz çocuk.
Yazarın Tüm Yazıları