CUMHURBAŞKANI Ahmet Necdet Sezer'in dünkü gazetelere yansıyan sözleriyle ilgili bir nokta dikkatimi çekti.
Sezer'in kendisini ziyarete gelen Türk-İş heyetine söylediği sözler bütün gazetelere aşağı yukarı aynı ifadelerle yansımıştı.
Görüşme basına kapalıydı.
KİM SIZDIRDI
Çankaya'dan herhangi bir resmi açıklama yapılmadı.
Dolayısıyla bu konuşma belli bir şekilde ‘‘basına sızdırıldı’’.
Sızdıran kişi veya kişiler aynı kişiler olmalı ki, Cumhurbaşkanı Sezer'e atfen verilen cümleler birbirine çok benziyordu.
Dün akşam saatlerine kadar Çankaya'dan bir açıklama gelir diye bekledim.
Çünkü bu sözler bana göre vahimdi.
Bir cumhurbaşkanının durup dururken, gelen bir heyete hükümet hakkında ileri geri laflar etmesi, ne Çankaya teamüllerinde ne de tarihinde mevcuttur.
Çankaya'dan herhangi bir açıklama veya düzeltme gelmediğine göre, demek ki bu sözler söylenmiş.
Konuşmayı dikkatle okudum.
Bir cumhurbaşkanı konuşmasından çok, muhalefet partisi lideri konuşmasına benziyordu.
Çünkü konuşma, baştan sona siyasi nitelikteydi.
Ama asıl dikkatimi çeken husus, konuşmanın içeriği kadar, bu konuşmayı ortaya çıkaran psikoloji oldu.
Cumhurbaşkanımız asabi bir karaktere sahip.
Bu defa da banka suçlarının DGM kapsamından çıkarılmasına kızdığı anlaşılıyor.
Eğer DGM'lerle ilgili Meclis iradesi hoşuna gitmiyorsa, yapılacak bir şey yok.
Kendisi bir defa geri çevirdi, ikincisinde isterse Anayasa Mahkemesi'ne götürür.
Konuşmasında ‘‘hortumcu’’ kelimesini telaffuz ediyor. Bu, hukuki bir kavram değildir.
Bunu sıradan bir vatandaş telaffuz edebilir ama, Anayasa Mahkemesi başkanlığından gelen bir cumhurbaşkanı telaffuz edemez.
Halen yürümekte olan banka davalarının hiçbirinde henüz verilmiş bir hüküm yok.
Yani, yargılanan insanların hepsi, hálá birer ‘‘sanık’’.
Ama basına yansıyan sözlerden şunu çıkarıyoruz:
Cumhurbaşkanı Sezer şimdiden kendi hükmünü vermiş.
Yargılamayı bitirmiş, temyiz aşamasını tamamlamış ve bankalardan 17 milyar doların ‘‘hortumlandığını’’ hükme bağlamış.
Bunu sıradan bir vatandaş söyleyebilir. Onun adı da ‘‘kahve sohbeti’’ olur.
Ama bir cumhurbaşkanı, hele hele hukuk kökenli bir cumhurbaşkanının bunu söylemeye hakkı olamaz.
Ben bu tür yazıları yazınca, bana, ‘‘Sen hortumcuları mı koruyorsun’’ diyorlar.
Hayır ben hukuku koruyorum. Onu kahve sohbeti çerçevesinden çıkarmaya çalışıyorum.
Çünkü bu hukuka herkesin ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.
Yarın bir gün bu davalar sonuçlanıp, yargılanan banka sahipleri ve yöneticilerinin suçları sabit olduğunda her şeyi söyleyebilirsiniz.
Ama daha duruşma aşamasında, hatta Yargıtay içtihatları ile bu yargılamaların DGM'lerden çıkarılması gerektiği konuşulurken Cumhurbaşkanı çıkıp böyle bir suçlama yaparsa, bu ‘‘yargıyı etkileme girişimi’’ olmaz mı?
Böyle bir hukuk anlayışı, hukuk devletlerinde olmaz.
Daha çok ihtilallerin ertesinde oluşan toplumsal linç hukuku psikolojisinde ortaya çıkar.
Ben basına yansıyan bu sözleri ve asabi tavrı görünce ister istemez şunu düşündüm.
İyi ki bugünlerde bir Milli Güvenlik Kurulu toplantısı yoktu.
Yoksa yine birilerinin kafasına Anayasa kitapçığı fırlatılacaktı.
Bu sefer ucuz atlattık.
MGK toplantısı yoktu. Dolayısıyla Anayasa atılmadı.
CİDDİYE ALINMADI
Cumhurbaşkanı bu defa Anayasa atmak yerine ‘‘laf atmakla’’ yetindi.
Allah'tan ki hükümet üyelerinin de tecrübesi vardı.
Hiçbir lider bunu ciddiye alıp, gereksiz bir polemiğe girmedi.
Bu defa piyasalar da ciddiye almadı, dolar fırlamadı, ekonomi iyileşme yoluna devam etti ve bu sohbet ülkeye pahalıya mal olmadı.
İftarda gelen telefon
ÖNCEKİ gün İstanbul'da Beyti'de bir iftar yemeği vardı.
Yemeği veren Türk Hava Yolları Genel Müdürü Yusuf Bolayır'dı. Yanında bazı yönetim kurulu üyeleri vardı.
İftarın davetlisi ise Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz'dı.
İftar sırasında telefon çaldı. Başbakan Bülent Ecevit Diyanet İşleri Başkanı Yılmaz'ı arıyordu.
Yılmaz bir süre Başbakan'la konuştu. Teşekkür edip kapattı.
Sonra sofradakilere şunu anlattı:
‘‘Sayın Başbakan mübarek kandilimizi kutluyor. Sadece benim değil bütün Diyanet camiasının kandilini kutluyor.’’
İşte Ecevit terbiyesi ve farkı budur.
Aynı zamanda bütün dünyanın artık anlamaya başladığı modern Türkiye'nin ‘‘inancı yaşama farkını’’.