Ertuğrul Özkök: Ölmüş bir aşk üzerine

Ertuğrul ÖZKÖK
Haberin Devamı

Eski, şimdi hayatta olmayan bir arkadaşım günün birinde bana şöyle bir şey söylemişti: ‘‘Hiçbir şey ölmüş bir aşk kadar ölü değildir.’’

O günlerde bu, bana da çok inandırıcı gelmişti.

Aşkın basübadelmevtinin olmadığına inanırdım.

Hiçbir hayat öpücüğünün, atışları durmuş bir yüreği, heyecan nöronları susmuş bir beyni hayata döndüremeyeceğini düşünürdüm.

* * *

Ama geçen hafta okuduğum bir kitap, zihnime derin bir şüphenin tohumlarını attı.

Ve o şüpheyle kendi kendime sormaya başladım.

Beyin kaç yaşından itibaren yaşlanır?

İnsan ne zaman yaşlanmaya başlar?

Felsefe, asırlardır bunun cevabını arıyor.

Jean Carper'ın ‘‘Your Miracle Brain’’ adlı kitabını okuyorum.

Yani, ‘‘Mucizevi Beyniniz’’.

Dünyada beyin üzerine yapılan son bilimsel araştırmaları toplayıp, bundan sonuçlar çıkarıyor.

Ve görüyorsunuz ki, bu mucizevi organımızla ilgili birçok tabu yıkılıyor.

Kesin diye inandığımız genellemeler, kumdan şatolar gibi dağılıyor.

Artık biliyoruz ki, yaşlanma sadece gövde dediğimiz o mükemmel organizmanın yaşlanması değildir.

En az, hatta ondan çok beynin yaşlanmasıdır.

* * *

İlk soru: Beynimiz kaç yaşından sonra yaşlanmaya başlar?

50 mi? İniniz.

40? Hayır ininiz.

30?.. 20?..

Yine bilemediniz.

Öyleyse 10 yaşında, yani daha çocukken.

Hálá bilemediniz.

Hür radikal teorinin babası sayılan Nebraska Üniversitesi öğretim üyesi Denham Harman'a göre, beynin yaşlanması, doğumdan önce, yani ana rahminde başlıyor.

Yani ‘‘Ben doğarken ölmüşüm’’ şarkısının, aslında bir gerçeği yarım yamalak yansıttığını söylüyor.

İnsan doğarken değil, doğmadan önce ölmeye başlıyor.

Ama beni asıl ilgilendiren bir başka buluş.

Beyin en çabuk ölen organımızdır. Şimdiye kadar bilinen teoriye, yaşanan gerçeğe göre, üç-beş dakika oksijensiz kalan beyin hücreleri tamamen ölüyor.

Ve onları canlandırmak mümkün değil.

Tıpkı arkadaşımın sözünü ettiği o ölü aşk gibi...

Ama bu da doğru değilmiş.

Hollanda Beyin Araştırmaları Enstitüsü, sekiz saat önce ölmüş bir insanın beyin nöronlarını yeniden hayata döndürmeyi başarmış.

Suni bir beyin sıvısı içinde hayata döndürülen nöronlar, yeniden oksijen yakıp, sinyal taşımaya başlamış.

Tıpkı, Hazreti İsa'nın, ölümünden üç yıl sonra yeniden hayata döndürdüğü Lazarus gibi.

Jean Carper, ‘‘Beyin hücrelerinde Lazarus ruhu dolaşmaktadır’’ diyor.

* * *

Evet yine o derin felsefi soruya geliyorum.

Bir zamanlar bir arkadaşım, ‘‘Hiçbir şey ölmüş bir aşk kadar ölü değildir’’ demişti.

Bir başka dostum da aşkın ölümünü şöyle tarif etmişti:

‘‘Bir zamanlar hayran olduğunuz o gözler, size budak deliği gibi gelir.’’

Bilimin son buluşlarından sonra şimdi kendime şüpheci sorular yöneltmeye başlıyorum.

Acaba gerçekten öyle midir?

Buradan hareketle şu soruyu soramaz mıyız? İnsanı hayata bağlayan coşkular ve büyük keyifler kaybolduğu zaman bunlar yeniden canlandırılamaz mı?

Hayat ille de ölü balık gözü gibi bakan griliklerden ibaret mi kalmalı?

İşte bu yüzden beynin derinliğine inen bu yeni buluşlar bana umut veriyor.

Yazarın Tüm Yazıları