O geceden geriye kalan

SUNA Kıraç’ı son defa nerede gördüğümü hatırlamaya çalışıyorum; ama her şey o kadar sisler altında ki bir türlü çıkaramıyorum.

Galiba rahmetli Gülçin Telci’nin Rumelihisarı’ndaki yalı dairesindeydi.

Gülçin’in son günleriydi ve hepimiz onun başında toplanmıştık.

Suna Hanım biraz geç gelmişti.

Her zamanki gibi, mesafeliydi.

Her zamanki gibi kendinden emin bir hali vardı.

Suna Kıraç benim için hep, sadece karşılaştığım bir insan olarak kaldı.

Kendini özenle demir bir maskenin arkasına saklıyormuş gibi gelirdi.

Tanımayı çok arzu ettiğim halde, o maskeyi geçip arkasındaki insana ulaşamadım.

* * *

Şimdi elimde, o demir maskeyi indiren bir kitap var.

Suna Kıraç’ın hatıralarından oluşan kitap şu sıralar bütün listelerde 1 numara.

Kitabı gerçekten çok sevdim.

Samimiyetini, cesaretini.

En çok da yaşadıklarını.

Arkadaş grubunu.

Engin Cezzar, James Baldwin, Halit Refiğ, Ercan Arıklı, Ersin Faralyalı, Cevat Çapan, Genco Erkal, Atıf Yılmaz...

Okuduğu yazarları.

James Joyce, Kafka, Brecht, Dostoyevski, Freud...

Okudukça karşıma çok tanıdık, hoş bir sima çıktı.

Herkes bu kitapta çok seveceği bölümler bulmuştur.

Ben en hınzırını, en cüretkárını, en mahremini sevdim.

* * *

"Kolejdeyken hiçbir zaman yaşıtlarımla flört etmedim. O zaman Ayşegül, Berna, Zeynep Birkan ve zaman zaman Sevgi Metespor’a giderdik. Metespor’u sakın futbol takımı zannetmeyin. Taksim’de bir arkadaşımızın eviydi. Orada partiler olurdu. O devirde anneme yalan söylenir ve herkes erkek arkadaşı ile buluşurdu. Ben kendimden çok olgun ve epey yaş farkı olan kişilere meraklıydım. Genellikle bu kimseler boşanmış ve feleğin çemberinden geçmiş kişiler olurdu. Annem duyduğu zaman karalar bağlar ve babama hiç duyurmazdı. Hayatımız yalan söylemekle geçerdi."


Bütün insani çizgiler, büyük bir maharetle bir paragrafa sığdırılmış.

Gülçin Telci’nin evindeki o geceden sonra Suna Kıraç’ı bir daha hiç görmedim.

Çok ender bir hastalık onu koltuğa bağladı.

Ailesi ve yakın arkadaş grubu dışında kendini kimseye göstermedi.

Geçen akşam Mehmet Ali Birand’ın "32’nci Gün" programında ilk defa hastalıktan sonraki görüntülerini gördüm.

Milyonda bir görünen çok ender bir hastalık, görünmez bir emirle bütün hareket sistemini durdurmuştu.

* * *

Fotoğraflara dikkatle baktım.

Bizi kendisine yaklaştırmayan o demir maske, hastalığı da yüzünden uzak tutmuştu.

Karşımda yine o mesafeli, kendinden emin, hep uzaklarda duran kadın vardı.

Hastalık o cüretkár kolej kızının her tarafını esir almıştı.

İki istisnayla...

Beyni, bir de yüzündeki ifade....

İşte o tarafları hastalığa teslim olmamıştı.

Kitabı bitireli iki haftadan fazla bir zaman oldu; ama hálá masamın üzerinde.

Kapağındaki fotoğrafa bakıyorum.

Arkada topuz yapılmış saçlar, delici bir bakış ve...

Ve müstehzi bir hınzırlık...

Bütün bunlar kitapta anlatılan her şeyin hakiki olduğunu ispat eden bir numaralı delil halinde önümde duruyor.

Bir kapaktaki fotoğrafa bakıyorum, bir de o demir maskeli kadının hafızamda kalan siluetine...

İşte o zaman kendi kendime de soruyorum:

İnsan kendini bu kadar yürekli, bu kadar samimi, bu kadar cüretkár anlatabilecek güce sahipse, o demir maskeye ne ihtiyaç var?

Bir de şunu soruyorum:

İş hayatı dediğimiz şey, bizleri hayattan saklayan maskelere mahkûm edecek kadar zalim bir şey mi olmalıdır?

* * *

Suna Kıraç,
kitabına şu adı koymuş:

"Ömrümden Büyük İdeallerim Var."

Bense bu kitaba baktığım zaman, onun kapağında gizli mürekkeple yazılmış şu cümleyi okuyorum:

"Ömrüm kadar hayallerim ve hazlarım var..."
Yazarın Tüm Yazıları