“Kaybedenler Kulübü”nün direniş mottosudur bu cümle.
Doludizgin gelen “muktedir” karşısında tutunamayıp da, kendi içine çekilen bir neslin tahammül kılavuzudur..
Dayanma gücünün amentüsüdür.
İplememenin, takmamanın...
Kanunları çiğnemeden kendi halinde bir sivil itaatsizlik, muktediri ifrit etme formülüdür.
O neslin mensupları, ses çıkarmadan birbiriyle konuşmuştur.
Demiştir ki; içki içmiyor musun?
Hiç mesele değil.
O zaman dalga geç, ti’ye al. Bilincin yeraltına in, mizaha sarıl.
Şiir oku, müzik dinle...
Bütün Türkiye bu yeraltı korosunun unutulmaz nakaratını dinlesin:
“İntihar etmeyeceksek, dalga geçelim bari...”
Basılmamış kitapların yok edildiği bir ülkede, doğmamış çocuklara, ana rahmine bile düşmemiş ceninlere bırakılacak en şerefli miras budur.
“Terekemizde mizah var arkadaş” diyebilmek.
* * *
12 Eylül’ün ertesindeki hüzün günlerinde, tatile bile gitmeyip, Piyade Sokak’taki bodrum katında kitap okuyordum.
Yıllardır ertelediğim kitapları.
Durmadan Mahler dinliyordum.
“Ölü Çocuklar İçin Şarkılar”ı ezberlemiştim.
Bir gün öldüğümde, arkamdan çalınmasını istediğim tek müzik olan Mahler’in Beşinci Senfonisi’ni hatmediyordum.
“Venedik’te ölüm” günleri bitmiş, “Ankara’da ölüm” günleri başlamıştı.
Birkaç yıl sonra gelecek olan “Broken wings” şarkısını bekliyordum.
“Şu kırık kanatları tak ve yeniden yüksel...” cümlesi, 24 saatimi kaplayan sessiz bir nakarata dönüşmüştü.
Rengârenk giyinmeye çalışıyordum.
İnsanlar asılırken, elimde kalmış üç-beş “Charlie Hebdo” dergisine bakıyor, kara mizahın karşı konulamaz gücünden bir Voltran etkisi yaratmaya çalışıyordum.
“İçinden de olsa, hâlâ gülebiliyorsan, hâlâ hayat vardır” diyordum.
Haki kostümlü adamlar, bilincimin yeraltı direnişini kıramadı.
Sonra haki kostümlü adamlar gitti, onların yerine gri kostümlüler geldi.
Yerüstündeki hayatımın son 40 yılı işte böyle haki kostümlü adamlarla, gri kostümlü adamlar arasında bitmeyen bir vals halinde sürdü gitti.
* * *
Yıl 2011...
Şimdi şu yandaki fotoğrafa iyi bakın.
Bu kızın adı Gizem Alakaya. İki gözü de hiç görmüyor.
Bugün üniversite sınavına giriyor.
Dün sabah dakikalarca bu fotoğrafa baktım. Gözleri görmeyen bir kızın duruşu, gülüşü, kılığı kıyafeti, beline sardığı kazağı, boynundaki çantası...
“Allah’ım, umut işte budur, en güçlü direniş budur” dedim.
Meydan okumak, kafa tutmak, telefonda konuşurken hâlâ gülebilmek...
Dudağının kenarına o mutlu ifadeyi çizebilmek.
Gözlerimi, gözlerinden alamadım.
O gözler şahidin gözleridir.
“Yıkamazsınız, bitiremezsiniz, yok edemezsiniz” diyen gözler.
* * *
Artık yine yeraltına indim.
“Artakalan Zamanda” CD’sinin ikincisini hazırlıyorum.
Birinci sıraya Anna Netreb-ko’nın “Pie Jesu”sunu koydum.
Bu çocuklar, görmeyen gözleri ile bu dünyayı bu kadar iyi görebildikleri sürece umut var dedim ve yeniden hırsla çalışmaya başladım.
CD’yi o çocuklara adayacağım.
Bütün gelirini, Gizem’in annesinin başkanlığını yaptığı “Parıltı Göremeyen Çocuklara Destek Derneği”ne aktaracağım.
Çünkü o fotoğraf alacakaranlık kuşağından fırlayan bir alaimisema....
Kaleydoskopumu çeviriyorum, gökkuşağının baştan çıkarıcı bütün renkleri gözümün önünde resmigeçit yapıyor.
Ve Adalet Hanım’ın o harikulade cümlesini, gökkuşağının renklerine tercüme ediyorum.
“Okuyamayacaksak, ezberleyelim; göremeyeceksek, dokunalım bari...”
Vicdanlara, müziğe, tene, çiçeklere, ötekilere...