Hepimizin tanıdığı o sahici gülüşüyle tam karşımdaydı.
Ama görünmez bir el, Sabancı portresinin yanına onunkini de asmıştı.
Portrelerin birini herkes görüyordu, ötekini ise sadece ben.
* * *
Hulusi Kentmen’in öldüğü gün de aynı şeyleri hissetmiştim.
Beyaz saçları, beyaz pos bıyığı, tonton bakışı, her zaman affetmeye hazır duruşu ile Hulusi Kentmen, Sakıp Ağa’nın yanında, öyle bana bakıyordu.
Biri çocukluk yıllarımın filmlerindeki iyi fabrikatör.
Öteki ise bütün hayatımın iyi işadamı.
Biz kenar mahallelerin çocuklarıydık.
Filmlerde, bizim gibi çocukların top oynadığı sahaları alıp, oralara fabrika kuran kötü fabrikatörler vardı.
Bir de Hulusi Kentmen.
Çok sevdiği tek kızını bile fabrikasında çalışan yoksul çocuğa vermeyi kabul eden, iyi, babacan zengin.
Hiçbir yoksul evini yıktırmayan, hiçbir çocuğun top sahasına el koymayan en babacan zenginimiz.
Hiçbir senaristin eli, hiçbir yönetmenin vicdanı ona kötü fabrikatör rolü vermeye gitmedi.
Üstelik cüssesiyle, jilet gibi takım elbiseleriyle, papyonuyla, kravatıyla, eviyle, bahçesiyle tam bir fabrikatördü.
Ama hep iyi kaldı.
Kendi yoksul, hayali zengin bir insan olarak yaşadı ve aynı güzellikle öteki dünyaya göçtü.
O bize iyi zenginimizi sevdiren insandı.
Öldüğü zaman ‘TÜSİAD onun heykelini diktirmeli’ diye düşünmüştüm.
Hálá öyle düşünüyorum.
* * *
Dün Sakıp Sabancı’nın cenaze törenini izlerken bir kere daha düşündüm.
Sonra kendimi düşündüm.
En sıkı solculuk yıllarımı aklıma getirdim.
Birden fark ettim ki, zenginleri düşman gibi gördüğümüz, burjuvaziyi yıkmaya ant içtiğimiz günlerde bile Sakıp Sabancı’yı hiç düşman sınıfına sokamamışız.
Hatta onu kapitalist gibi bile görmemişiz. Tam aksine, isminin sonuna koyduğumuz ‘Ağa’ payesi ile ona gönlümüzün en mutena yerlerinde dokunulmazlık vermişiz.
Daha doğrusu Sakıp Ağa o payeyi bileğinin hakkıyla almış.
* * *
Sakıp Sabancı hepimiz için ’iyi fabrikatör’dü.
Hep öyle kaldı.
Sosyalizm, Maoizm, Troçkizm, Enver Hocacılık, daha aklınıza bilmem hangi sol ‘izm’ geliyorsa, onların hiçbiri Sakıp Ağa’yı ‘pis kapitalistler’ fotoğrafına sokamadı.
En vicdansız slogancılar bile onun sahiciliği karşısında biçare kaldı.
Sakıp Sabancı, biz kenar mahalle çocuklarına iyi zengini sevdiren, halkıyla zenginini barıştıran işadamıydı.
Biz kenar mahalle çocukları, Şener Şen’in çizdiği ‘Züğürt Ağa’yı çok sevmiştik.
Onu züğürtleştiği için daha çok sevmiştik. O yoksullaşarak bize gelmişti.
Ama Sakıp Ağa daha büyüğünü başardı.
Zenginleşerek kendini sevdirdi. Fabrikalar kurarak bizim aramıza katıldı.
Çünkü hem kendi zenginleşti, hem ülkesini zenginleştirdi, hem de eşsiz bir gönül insanı oldu.
* * *
Dün Fatih Camii’nden çıkarken etraftaki insanlara baktım.
Ben bir defasında aynı yüzleri Turgut Özal’ın cenazesinde görmüştüm.
Bu simalar sadece devlet töreninin millet töreni haline geldiği cenazelerde ortaya çıkar.
Sessizce gelirler, yine sessizce giderler.
Ağıtlarını hiçbir zaman işitemezsiniz. Sanki kendi içlerine yakılmıştır.
Ruhları aysberg gibidir.
Ruhlarının en zengin yanlarını hep suyun altında saklarlar. Sessizce severler.
Sonra bir gün o sevdikleri insanı kaybettiklerinde, ilahi bir ev sahibi onları sadece kendilerinin işittiği, sadece kendilerinin gördüğü ilanlarla cami avlularına davet eder.
Hep birlikte gelirler.
Hep birlikte beklerler.
Sessizce uğurlarlar.
Ve siz yavaş yavaş uzaklaşan Sakıp Ağa’ların arkasından bakarken basit, küçücük bir cümle gelir, tam yerini bulur: