Merdiven rengine düşmandırlar çünkü

ADAMIN biri...

Haberin Devamı

Bir gecede merdivenleri gökkuşağının renklerine boyuyor.
Rengârenk yani...
Büyük bir ihtimalle adamın biri veya
birileri, bir gecede
o merdivenleri griye boyuyor.
Boyamıyor, ruhunun aynası haline getiriyor.
Ruhu gri...
Yani renkleri en renksizi, en karaktersizi, en ruh karartanı, hayattan en korkutanı.
Belli ki bütün dünyayı, kafasına giydiği bu ruhsuz takım elbisenin içinden seyrediyor.
Hayır sadece bakıyor.
Böyledir.
Gökkuşağının renklerinden korkarlar.
Çünkü renk, hayata asılma azminin posteridir.
Gökkuşağının renklerinden korkarlar.
Çünkü renk, farklılıktır...
Çünkü ne de olsa farklı olmak onların adabına aykırıdır.
Gökkuşağının renklerinden korkarlar...
Çünkü renkli olmak kafa tutmaktır, Allah korusun Taksim’e falan çıkmaktır.
Gökkuşağının renklerinden korkarlar.
Çünkü onlar tek tipleştirmek, tek tip nesil yaratmak isterler, renk ise isyankârdır, başına buyruktur, biata gelmez...
O yüzden gökkuşağının bir gecelik sefası bile onlar deli eder, çılgına çevirir.
Gri dışında bildikleri tek renk kırmızıdır.
O da çıldırıp üzerine saldırmak için...

Haberin Devamı

Erkek karısının bedenine sahip midir

BAŞLIKTA uzun geldiği için kısalttım.
Asıl soru şu:
“Erkek, karısının bedeni üzerinde her hakka sahip mi?”
Artık biliyorsunuz, zaten kimseden de saklamıyorum.
Ben kıskanan bir erkeğim ve erkek kıskançlığı ile ilgili her şeyi okurum.
Sırf “Bu dünyada yalnız değilmişim” diyebilmek için.
Mesela Johnny Hallyday’in hatıralarında Alain Delon’un da çok kıskanç bir erkek olduğunu okuduğumda çok sevinmiştim.
Bana sorarsanız, kıskançlığın başyapıtı Tolstoy’un “Kreutzer Sonatı”dır.
İş Bankası Yayınları bu kitabı yeniden yayınladı.

Dün Radikal Kitap’ta onunla ilgili çok güzel bir tanıtım yazısı vardı.
Ercüment Cengiz yazısında kitabın kahramanı Pozdnişev’in içsesinden bu duyguyu aktarıyor:
“Karımın bedeni üzerinde sanki kendi bedenimmiş gibi kuşku götürmez ve tam bir hakka sahip olduğumu kabul etmem ve bununla birlikte bu bedene sahip olmadığımı, bu bedenin bana ait olmadığını, karımın onu istediği gibi kullanabileceğini, bedenini benim istediğimden farklı şekilde kullanmak istediğini hissetmem de çok korkunçtu...”
Ne diyeceksiniz...
Kıskanç bir erkeğin cehenneme girmesi için ille de bir Beatrice’e ihtiyacı yok.
Çoğu kez o cehenneme, doğuştan gelen bir naturayla, yapayalnız gireriz...
Ve yanar kül oluruz...
Sizi ancak “onursuzu olmak” kurtarabilir...
Çoğu kez o da kurtaramaz...

Haberin Devamı

‘Onursuz’ olmanın da bir sonu var mı, yok mu

HAYDAR Ergülen üç yıl önce Ece Ayhan üzerine yazdığı bir yazıya, benimle ilgili bir paragraf eklemişti.
Yazıyı çok beğenmiş, ama benimle ilgili bölümüne çok alınmıştım.
Beğendiğim yazarlar, düşünürler aleyhime ne yazarlarsa yazsınlar kızmam, ama alınırım.
Ergülen, mealen benim Ece Ayhan hakkında yazı yazmama veriştiriyordu.
Bir anlamda onu anlayamayacağımı ima ediyordu.
Ben de o alınganlıkla, “Ece Ayhan okumak için, birilerinden temiz kâğıdı mı almalıyım” diye yazmıştım.

Dün Radikal Kitap’ta onunla yapılmış mülakatı okurken bu yazı aklıma geldi.
“Ece Ayhan’ı 13 yaşımda okurken bir şey anlamıyordum, sonradan okuduğumda da çok bir şey anlamadım” diyor ve devam ediyor:
“Şiiri sevmek için anlamak gerekmiyor. Hiç kimse bir şairin, yazarın kodlarını tam olarak çözemez.”
Aynen katılıyorum.
Herkesin kendine göre bir “Ece Ayhan’ı” var.
Cemal Süreya’nın “Onursuzunum ben” dizesini herkes kendine göre okur. Her dönemde ayrı da okuyabilir.
Bir gün gelir, “onursuzu olmanın” da bittiği bir nokta vardır diye düşünebilir...
Bir muhasebe yapar, sonra “onursuzu olmaya” devam eder veya başka bir onursuzluğu aramaya başlar...
Çoğu kez de bulamaz...
Ne dersiniz?
Sonuna kadar “onursuzu olmaya” değer mi...

Haberin Devamı

Meğer 9 yaş küçük biriyle aynı yollardan geçmişiz

HAYDAR Ergülen benden 9 yaş küçük.
Ama baktım, aşağı yukarı 9 yıl arayla, aynı güzergâhlardan geçmiş, aynı noktalara uğramışız. Tabii bazı farklarla.
13 yaşında ilk satın aldığı kitaplardan biri Sartre’ın “Sözcükler”iymiş...
O yaş için hakikatten ağır bir kitap.
Ben biraz daha geç, üstelik daha hafifiyle başladım. 16 yaşımda Sartre’dan okuduğum ilk kitap “İş İşten Geçti”ydi...
O yaşlarda okuduğu ilk yazarlardan biri Panait Istrati’ymiş. Benimki de öyleydi.
Ece Ayhan’ı ilk defa 13 yaşında okumuş ve anlamamış.
Bense 25 yaşında okumaya başladım. Ben de anlamadım.
Bugün ikimiz de hâlâ anlamadığımızı itiraf ediyoruz.
Ece Ayhan’a hayranlığımızın nedeni biraz da bu değil mi...
Bizi kendimizle
baş başa bırakıyor...
Böylece “onursuzluk” konusunda daha rahat düşünebiliyoruz.

Haberin Devamı

Okuduğumuz gazeteleri sadece erkekler, erkekler için mi yapıyor

RADİKAL Kitap dün gazetelerin kitap eklerinde bir yeniliğe imza attı.
Kapağını başarılı Türk şef Murat Bozok’un “Mimolett” isimli yemek kitabına ayırdı.
Yazıyı da, Türkiye’nin en iyi yemek ve şarap yazarlarından biri olan Müge Akgün yazmış...
Büyük bir ilgiyle okudum.
Radikal ve Cumhuriyet’in kitap eklerinin her sayısını baştan sona
okuyorum.
Her ikisi de başarılı ve kitap eklerinin yıllardır klasikleşen kalıplarını kırmaya, tabularını yıkmaya çalışıyorlar.
Cumhuriyet Marilyn Monroe hakkındaki bir kitabı kapak konusu yaptığında çok heyecanlanmıştım.
Kendimle ilgili olduğu için söylemiyorum.
Sadece zihniyeti aktarmak için bir örnek olarak veriyorum.
Kırk yaş kadınları hakkında yazdığım “Kırk7” kitabını kapağa taşıdıklarında da şaşırdım.
Daha doğrusu, gazetelerin büyük liste başarısı elde eden bu kitaba karşı ilgisizliği dikkatimi çekmişti.
Doğru veya yanlış şu soruyu sormuştum:
“Acaba gazeteler çok mu erkek?”
Çünkü aynı dönemde 30’a yakın televizyon programından davet almış ve çıkıp konuşmuştum.
O nedenle Cumhuriyet Kitap’ın bu tavrını da yenilikçi bulmuştum.

Yazarın Tüm Yazıları