EĞER bundan 45 yıl önce, bir delikanlılık hüsranımda günlük yazmayı ebediyen bırakmasaydım...
Eğer hayat beni, kendime değil, başkalarına mektup yazma prangalarına vurmasaydı...
Eğer dün böyle bir gün olsaydı, günlüğüme şunu yazacaktım.
Herkesin gözünde zebraya dönmüş gövdem, larvadan yeni çıkmış şeffaf balık yavrusu haline gelmiş ruhum, artık kimseden çekinmeden şu duygularımı aleniyete dökecekti:
* * *
Dün öğle saatlerinde Bebek’te oturuyordum.
Mutsuzdum, bıkkındım, yorgundum.
Her tarafım tel tel dökülüyordu.
Tesadüf ya Sibel Alaş çalıyordu.
"Seni bana yár ederler mi?" diyordu.
Sanki birileri benim milli marşımı çalıyordu.
Bana, bize neyi yár etmezler?
Huzuru mu? Mutluluğu mu? Heyecanlarımı mı?
Kimsenin kimseye hiçbir yeri, hiçbir şeyi yár etmediği bir álemde, ruhunun bütün iniş çıkışları alınmış bir aylak gibiydim. Volta atıyordum.
Ve bu álemde kendi kendimle kimbilir kaçıncı defa hesaplaşıyordum.
Kaos ve korkaklık, ruhumun en mutena semtine komşu geldiğinde, göçmen yanım isyan ediyor.
Alıp başımı gidiyorum. Gerilere, orada burada bıraktığım mezarlara; bırakıldığım, terk edildiğim kabirlere dönüyorum.
Ve sonra o derin meditasyon başlıyor.
Huzuru bulmak için anestezi bile yapmadan kendi kendimi kesiyorum.
Kanata kanata, acıta acıta ameliyata başlıyorum.
* * *
Allahım, her şehir benim mezarlarımla dolu.
Bazen bir şehirde kendi kendimi vurmuşum.
Hemen oracığa gömmüşüm.
Bir Vehhabi mezarı gibi, başına küçük bir taş bile dikmemişim.
Kendi izimi kendim kaybettirmiş, yürüyüp gitmişim.
Bazen kurşun adres sormamış, bazen sormuş yine beni bulmuş.
Kimi kazaen, kimi taammüden. Kimi benim, kimi kendi acısını dindirmek için.
Kimi arkamdan kalleşçe, kimi çekmiş ta yüreğimden mertçe.
Bazen katil olmuşum, bazen maktul.
Arkamda kimbilir kaç mezar bırakmışım.
Kimbilir kaç taze mezar beklemiş benim hünsa bedenimi.
Üstüne kimbilir kaç "Meçhul ben" abidesi dikmişim.
İçimde kaç ben, faili meçhul, faili belli cinayetlere kurban gitmiş.
İçimin bütün halleri oraya buraya hoyratça serpilmiş.
Kimi Paris’e, kimi New York’a, Berlin’e, kimi Kudüs’e...
Kimi İzmir’in varoşlarına, kimi Key West’te henüz açılmamış bir ortak çukura...
Bir de Babil’e, hayalet şehirlere, kendi kafamda yarattığım isimsiz adalara, kimseyle paylaşamadığım arka odalara gömülmüşüm.
* * *
Dün mutsuzdum. Çok mutsuzdum.
Tarihini kendimin attığı bir ölüler bayramının arife günüydü.
Elimde bir demet çiçek, bütün kendi mezarlarımı ziyaret ettim.
Kendi mezarımın başında Fatiha okudum.
"Allahım bana sevgiler ver, insanlar ver" diye dua ettim.
"Öyle sevgiler, öyle insanlar ver ki, sevgiliden az olmasın. Ama arkadaştan da çok olmasın."
Katillerim için, beni başka metropollerde bırakanlara şefaatte bulundum.
Kendi günahlarım için de dua ettim.
Dün kendi mezarlarımın yanına isimsiz, toplu mezarlar kazdım.
Bütün öfkelerimi o mezarlara gömdüm.
İçimdeki bütün kızgınlıklarımı, affedemediklerimi, artık hiç kalmamış kinlerimi orada toprağa verdim.
Bu matruşka kabristanında, içimden çıkan her ölüye yas tuttum.
* * *
Dün içimde bir şey kırıldı.
Ne Japon, ne Çin, ne Maçin zamklarının yapıştıramayacağı kadar kırıldı.
Dün içimdeki son teneke trampetli çocuk da öldü.
Artık içimde çığlık atacak kimsem de kalmadı.
Ve dün buralardan taşınmaya karar verdim.
Başka bir muhite, bir başka denize.
Artık kimsenin beni öldüremeyeceği, kimseyi öldüremeyeceğim bir yere.
İçimdeki son beni de öldürüp gömeceğim huzur vahasına.
Biliyorum, öyle bir yer var ve bir gün mutlaka gideceğim...