Paylaş
İçimden gelen ses bana diyordu ki...
İşte şimdi tam zamanıdır.
Yanlış giden bir şeyi, haksızlık görüntüsü veren bir imajı...
Takım ruhunu bölen bir algılamayı değiştirmenin tam zamanı.
İçimdeki o ses diyordu ki:
Ali Yıldırım, ertesi gün Alex konusunda yapacağı basın toplantısından vazgeçse ne güzel olurdu.
O vazgeçince, Alex de pazartesi günü yapacağı konuşmadan vazgeçse...
Veya takımına güzel sözlerle veda etse...
İşte tam o sırada Alex’in attığı tweet’i gördüm.
Maç 2-1’ken takım arkadaşlarına, “Hadi arkadaşlar, iyi gidiyor” demişti.
Hani o sözü vardı ya:
“Fenerbahçe bir oyuncusunu kaybetti, ama bir taraftar kazandı...”
Gerçekten kazanmıştı.
Maç bittiği an içimdeki duygu şuydu:
Fenerbahçe, yorucu geçen, sıkıntılı, ıstıraplı bir haftadan sonra bütün cephelerde zaferi kazanmıştı.
Dün öğle saatlerinde öğrendim ki, Ali Yıldırım basın toplantısını iptal etmiş.
Başkalarını bilmem ama bana çok iyi geldi. Hepimiz “ertesi günü” yaşıyorduk.
Avrupa sahalarında epeydir beklediğimiz bir sonuç almıştık.
Artık geçmişi kaşımanın, daha o gece kapanmaya başlamış bir yarayı yeniden kanatmanın hiçbir manası yoktu.
Takım kazanınca, hepimiz kazanmış sayılırdık.
Şimdi sahada kazanılan bu zaferi, basın toplantılarıyla, gereksiz demeçlerle yiyip bitirmenin hiç manası yoktu.
Önümüzde bir Beşiktaş maçı vardı.
Hepimizin, kendi içimizdeki hesaplaşmalarla, kendi içimizdeki öfkeyle ve hayaletlerle ateşkes yapma zamanıydı.
Bravo Başkan...
Bravo Ali Yıldırım...
Bravo, zafer anının verdiği coşkuyla, bir anlık tatmin için, içindeki duyguları püskürtmeyi reddeden sessiz Aykut Hoca...
Bravo o tweet’i atan Alex...
Bravo Fenerbahçe’nin oyuncuları...
Ve bravo 3 Temmuz ruhunu yeniden doğuran Fenerbahçe taraftarı...
Şimdi geçen haftayı gömme zamanıdır.
Bazen unutmak, en hayırlı iştir.
Eğer geçen haftayı hepimize dar eden o psikolojik tsunamiyi işte bu duygularla aşabilirsek...
Yani unutabilirsek, barışabilirsek, tekrar vefa duygularımıza dönebilirsek...
İnanın sadece futbola değil...
Bütün Türkiye’ye de harikulade bir unutma dersi verebiliriz.
Vurdukça büyümek büyüdükçe vurmak
Diyorlar ki:
Başbakan Erdoğan vurdukça oyunu yükseltiyor.
Yanlış da değil.
Yüzde 34’le başlayan seçilme kariyeri, bugün yüzde 50’lerde...
Ben de diyorum ki:
Acaba “vurmanın” bir optimal noktası yok mudur?
Yani vuruşmanın, öfkeli belagatin, insanı yukarı değil de aşağıya doğru çekmeye başladığı bir an yok mudur?
Siyasi tarih var diyor.
Ama hiçbir siyasetçi de, siyasi tarihe bakıp belagatini değiştirmiyor.
Böyle olsa da soruyorum:
Türkiye’nin içinde bulunduğu şu dönemde, öfkesiz bir belagati, çatışmasız bir üslubu, korkutucu olmayan bir siyaseti benimsemek riskli midir?
Demokrasiyi, “Çoğunluğun tercihi ve iradesi” olarak tarif ediyoruz.
Cumhurbaşkanını, uzun yıllar “devletin başkanı” olarak tarif ettik.
Ama Başbakan Erdoğan, bizlere “cumhur” kavramını yeniden tarif etti.
Onun, “devletle” bağını gevşetip, “millet” kavramıyla bağını kuvvetlendirdi.
Durum böyleyse ve eğer kendisi Cumhurbaşkanlığı’na doğru yürüyorsa, milletin tamamıyla ilişkisini kuvvetlendirecek çatışmasız, öfkesiz, birleştirici bir belagat çok daha iyi olmaz mı?
Yaşadığım ülkeye bakıyorum.
Avrupa’nın üç yüz yıldır gelişen ekonomileri yerlerde sürünürken, Türkiye hızla bir refah ülkesi olma yolunda ilerliyor.
Ha bugün, ha yarın gelecek diye beklenen ekonomik krizler bir türlü gelmiyor.
Güçlü bir orta sınıf yükseliyor.
Dışarıdan bakıldığında gıpta edilen bir Müslüman ülkesi doğdu bile.
Durum böyleyken mutluyuz diyebilir miyiz?
Her gün bombalar patlıyor, şehitler geliyor.
Sınırlarımız ateş topu halinde.
Gırtlağımıza kadar Ortadoğu’ya batmak üzereyiz.
Siyaset hâlâ, gergin hançereler, öfkeli belagat, bel altı vuruşlarla prim yapıyor.
Peki bu hep böyle mi gidecek...
Evet, Başbakan son 10 yıldır vurdukça büyüdü.
Büyüdükçe de vurdu...
Oysa hepimiz, artık okşadıkça büyüyen bir lideri özlüyoruz.
Çok umutlu olmasak da büyük bir liderin, artık bütün “cumhur”u okşayarak, gönlünü alacağı bir dönemi açmasını bekliyoruz.
Demirel yıllarca bize şu gerçeği hatırlattı:
“Ancak barışmayı bilenler savaşmalı...”
Bazen unutmamak, hatırlamak meziyettir.
Bazen de unutmak, unutturabilmek, hatırlamamak...
Cumhuriyet’in 100’üncü yılına giderken, toplumsal barışın parolası bu olmalı...
Paylaş