Paylaş
“Like” ve “amok...”
“Like”, dijital teknolojinin ve sosyal paylaşımın hayatımıza soktuğu bir kelime. “Beğenmek” anlamına geliyor.
Okuduğumuz, seyrettiğimiz bir şeyi beğeniyorsak, altındaki “like” işaretini tıklıyoruz ve böylece o duyguya biz de katılıyoruz.
***
Bu haliyle bunu masum bir “takdir ifadesi” olarak görebilirsiniz.
Ama bu işaret, ne yazık ki, artık dijital hayatımızda bir takdir işareti olmaktan çıkıp, her alanda cemaatleşmenin parolası haline dönüştü.
Bu işareti tıklarken, takdirimizi ifade etmekten çok, o düşünceye aidiyetimizi bütün gücümüzle ifade ediyoruz.
Artık hepimiz bir “like cemaatinin” müridiyiz.
***
Geçenlerde çok ünlü bir Avrupalı gazeteci dostumla sohbet ediyorduk.
“Like gazeteciliği hepimizi felakete götürüyor” dedi.
Gazeteciler artık aldıkları ‘like’larla düşünüyor, ona göre gazete hazırlıyor...
Köşe yazarları başarılarını aldıkları “like”larla ölçüyor, kendi aralarında aldıkları “like” sayıları ile yarışıyor.
***
Peki bir köşe yazarı hangi durumlarda “like” alıyor?
Cevabı ve matematiği çok net...
Düşünceleri, yazdığına yakın “aktif ve fanatik bir cemaatin” alkışlayacağı klişe sözleri söylediğin veya yazdığın zaman “like” alıyorsun.
***
Bizim mahallede bunun karşılığı çok açık:
“Tayyip Erdoğan’a ne kadar hiddetle ve şiddetle vurursan, ne kadar fazla hakaret edersen, o kadar like alırsın.”
Peki karşı mahallede durum farklı mı?
Hayır... Orada da karşı tarafın sembol isimlerine çaktığın veya “Tayyip Erdoğan’ı şuursuzca savunduğun zaman” “like”ların yükseliyor.
***
Yazarlık hayatım bana şunu öğretti:
“Like”, aktif azınlıkların parolasıdır.
Aktif azınlıkların ruh halleri, “yaşa, varol” ile “Allah belanı versin” arasında sıkışmış küçücük bir dünyaya ayarlıdır.
Bu insanların sayıları da, zihin coğrafyaları kadar küçüktür.
Ama o küçük dünyada, makul insanların büyük dünyasını esir alacak kadar büyük bir etki yaratmayı başarmışlardır.
***
Yıllar önce “Köşeler babamızın malı değildir” diye yazmıştım.
Şimdi de şunu yazıyorum:
“Like gazeteciliği, mesleğimizin amok koşusu haline dönüşüyor...”
Bu esaret içinde hepimiz, cemaatleşiyor, tarikatlaşıyor, çeteleşiyoruz...
Türkiye’deki kamplaşma, kutuplaşma, makul insanların etkisini ve gücünü azaltıyor.
Bu zihni tembellik içinde, gazeteciliğin “başarı ölçüleri” de ortadan kalkıyor.
***
Türkiye’nin “like”ı iplemeyecek, aldığı “like”larla övünmeyecek gazetecilere ihtiyacı var.
Ülkemizi seviyorsak, çocuklarımızın geleceğini düşünüyorsak, artık bu aktif azınlıklar tarafından sevilmemeyi, onlar tarafından yuhalanmayı göze almalıyız.
Aklımız varsa, bu ülkede “makulü” yeniden iktidara getirmeliyiz.
***
Gazetecilik “like”, siyaset de grup toplantılarında yaşadığımız “salı belagatinin” esaretinden kurtulmalıdır.
SÖZLÜĞE VE PSİKİYATRA GÖRE AMOK KOŞUCUSU
“Amok” kelimesi, Malezya ve Endonezya dillerinden geliyor.
Wikipedia’da şöyle tarif ediliyor:
“Gözü kara, hiddetle saldıran ve öldüren...”
Malezya kültüründe katletmeye yönelik çılgınlık durumunu tanımlar.
Filipinler’de ise “Cinnet halinde olma, sonuçlarını hesap edemeden şiddet kullanma durumudur.”
Psikoloji biliminde amok, derin bir düşünce döneminin sonrasında gelen şiddet ve bazen cinayet ile sonuçlanan atakların görüldüğü dissosiyatif bir tablodur. Durum erkekler arasında yaygın ve bir hakaret sonrasında başlama eğilimindedir. Bireyde kötülüğe uğradığına ya da uğrayacağına dair sanrılar bulunmaktadır.
Bu özel durum altında olan, ister silahla, ister bir araçla suç işleyen, toplu öldürme ya da yaralamalarda bulunan kişilere “Amok koşucusu” adı verilmektedir.
Üç Michelin yıldızlı bir şefle bir gece
EVET, “üç Michelin yıldızlı bir şef...”
Üstelik bizzat mutfağa girip kendi pişirecek, birlikte yiyeceksiniz..
Her insanın her akşam başına gelecek bir güzellik değil...
Geçen çarşamba akşamı Zorlu Center’da, geçen ay açılan “Ristorante d’Italia di Massimo Bottura”da böyle bir akşam geçirdim.
Massimo Bottura, bugün dünyanın en iyi şeflerinden biri olarak kabul ediliyor. 2013’te, St. Pellegrino’da, dünyanın en iyi 50 restoranında, üçüncü sıraya oturdu.
***
1962’de İtalya’nın en köklü kültürel geleneklere sahip bölgelerinden biri olan Emilia Romagna’da doğmuş.
Her İtalyan gibi, yemek yapmayı önce anneannesi, annesi ve teyzesinden öğrenmiş.
Hukuk fakültesine giderken, Modena’nın kenar mahallelerinden birinde bir lokantanın satıldığını öğrenmiş. Hemen orayı alıp, bir hafta içinde açmış.
Ama asıl şöhretini 1995’te kurduğu “Osteria Francescana” ile yapmış.
***
Modena dışındaki ilk restoranını İstanbul’da açtı.
Bottura, modern sanata çok düşkün bir şef. Mutfak kültürünü de modern sanatla birleştirmiş.
Onunla uzun uzun sanat ve yemek konuşmak istedim, ama fazla vaktimiz olmadı.
Ama Modena’da buluşup konuşmak üzere anlaştık.
İstanbul yemek konusunda seviye atlıyor.
Artık üç Michelin yıldızlı bir şefimiz var...
Restoranın atmosferi de harika...
Paylaş