Paylaş
68 Mayıs'ı neyin miladıydı? Hüsranın mı, yoksa başarının mı?
Bir bozgunun, yenilmişliğin sıfır yılı mı, yoksa uçmaya hazırlanan bir neslin take off'u mu?
Yoksa herkesin kendine göre şahsi bir prehistoryası, bir hakikati mi?
Aşağıdaki hikâye, bu neslin insanlarından sadece birisinin hikâyesi.
Benim tanıdığım, hâlâ tanıdığım birinin hikâyesi.
Farklı bir 68'linin şahsi güzergâhı.
* * *
Onu Ankara'da tanıdım. Yıl 1965'ti ve üniversiteyi okumak için Ankara'ya gelmiştim.
O da İzmirliydi. Babası İzmir'in tanınmış tüccar terzilerinden birisiydi. Bir yıl aynı evi paylaştık.
Mimari okuyordu. Benim gibi onun da saçları uzundu. Cuma akşamları Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası'nın konserlerine giderdi. Keman çalardı.
Yedi kişilik evde, sadece ikimiz sabaha kadar ders çalışırdık.
O proje çizer, ben de Fahir Armaoğlu'nun siyasi tarih kitabını okurdum.
Ben solcuydum. O ise ilk yıl daha çok sağcı sayılabilirdi.
Ben pop müzikçiydim, o ise klasikçi. Modelini kendi çizdiği yelekleri giyerdi.
Sonra yıl sonu geldi. Öğrenci evimiz dağıldı. Ben başka eve, o başka bir eve geçti.
Bir süre ilişkilerimiz koptu. Araya daha solcu yıllar girdi. Ben okulu bitirip TRT Haber Merkezi'ne girdim.
Bir gün elimde Philips marka kasetli teyple bir işçi olayını izlemeye gittim.
Zarif arkadaşım oradaydı. İşçileri greve davet eden öğrenci grubunun başını çekiyordu.
Sırtında yine yelek vardı. Ama modeli değişmiş, mujik gömleklerinin üzerindeki yeleklere benzemişti. Zaten gömleği de tipik bir mujik gömleğiydi.
* * *
Elindeki kemanın yerini bir megafon almıştı. İşçileri devrime çağırıyordu.
Benim elimde kasetli teyp, onun elinde megafon bir süre birbirimize baktık.
Ben devletin radyosunda, o ise devletin karşısında. Sanki roller değişmişti.
Her ikimiz de birbirimize baktık. Eminim ki, her ikimiz de birbirimize aynı soruyu sormaya hazırdık:
‘‘Sana ne oldu böyle...’’
* * *
Sonra 12 Mart yılları geldi. Ben Paris'e gittim. O Türkiye'de kaldı. Yıllar geçti.
Üzerimizden, oramızdan buramızdan geçti.
Böylece 70'li yılların sonuna geldik. Bir gün Ankara'da müthiş bir mobilya mağazasının açıldığını gördüm.
Vitrininde çok zevkli şeyler vardı.
Bir anda parladı. Sahibi, o devrimci arkadaşımdı.
80'li yıllarda Ankara artık ona dar gelmeye başladı. İstanbul'a geçti.
90'lı yıllarda ise ona Türkiye de dar gelmeye başladı.
Yıllar sonra yine karşılaştık. Ben Hürriyet'teydim. O, yine o yelekli insandı.
Saçları yine gür ve kıvırcık, gözleri yine aynı pırıltıyla doluydu.
Oğlu büyümüş, işin başına bile geçmişti.
O ise kendi çizdiği bir tekne ile kutuplara gitmeyi tasarlıyordu.
1960'larda güneşi fethetmeyi istiyordu. Güneşin fethinin yakın olduğuna inanıyordu.
* * *
Güneşi fethedemedi. Ama şimdi kutupları fethetmeye hazırlanıyor. Hem de kendi çizdiği bir tekne ile.
68 böyle bir insan türünün miladıydı. Hepsi güneşi fethetmeye ant içmişlerdi. Bir kısmı dağlarda telef oldu. Kimbilir belki de güneşi böyle fethettiler.
Kimi ölmedi, ölmeyi beceremedi veya ölmemeyi becerdi. Kimi ölmedi, ama süründü. Kuzeyden göç eden sığırcıklar gibi, o yılların ağlarına takılıp kaldı.
Bizler ise hâlâ aynı sorunun peşinde yeni macera kutuplarını keşfetmeye çalıştık:
68, neyin miladıydı? Hüsranın mı, başarının mı? Güneşi fethetmenin mi, yoksa kızgın güneşin içinde eriyip gitmenin mi?
Yenilmişliğin mi, yoksa hiç olmazsa kutuplara yelken açabilmenin sıfır yılı mı?
30 yıl sonra hâlâ soruyoruz. Hangisinin?..
Paylaş