Paylaş
WASHINGTON'da sabah saat altı. Patomac Nehri, penceremin önünden olabilecek en sakin üslubuyla akıyor.
Güneş yavaş yavaş doğuyor.
Yani, ışığın ve sükûnetin en güzel, en keskin, en acıtıcı olduğu zaman.
Türkiye uzakta.
Hatta, çok çok uzakta.
Sanki hadiselere ‘‘Tarzan'ım’’.
Nehrin karşı tarafındaki yeşil korunun arkasından USA Today Gazetesi'nin binaları yükseliyor.
Burada bana gazeteci olduğumu hatırlatan tek şey, işte o dev binanın üzerindeki logo.
* * *
Tabii bir de nerede, ne zaman, nasıl geldiğini asla bilemediğim o tuhaf fotoğraflar, izahı mümkün olmayan duygular.
Mesela, Antonioni'nin ‘‘Professional Reporter’’ filminde Jack Nicholson'un oynadığı o gazeteci.
Kuzey Afrika'nın -neresi hiç önemli değil- bir yerindeki, o yalnızlık çölündeki coğrafyada, tek başına bir şeyler araştıran gazeteci.
Zaten o kimlik değil midir ki, bu duyguların coğrafyasını öğreten keşiş.
Duyguların koordinatlarını, enlem ve boylamlarını tayin etmenin mümkün olmadığını anlatan lonca piri.
Bir tür keşiş gazeteci...
Türkiye'den ne zaman uzaklaşsam, o bürolardan ne zaman çıksam, başımı alıp gitsem o sorgulama yine başlar.
Gazeteci kimdir?
Gazetecinin sadece tek bir tarifi mi vardır?
Gazeteci sadece ‘‘kamu’’nun mu malıdır?
Yoksa özel hayatlar, mahrem dünyalar, bitip tükenmek bilmeyen iç hesaplaşmalar, gazetecinin mesleki mülkiyet coğrafyasının ‘‘şey’’leri midir?
‘‘Cogito’’ Dergisi'nin son sayısında ‘‘Rüzgár Gülü’’ başlığı altında çok güzel bir bölüm hazırlanmış. İşte orada, ‘‘Sartre'ın Dönüşü’’ adlı bir bölüm var.
Sartre, benim ilk gençlik yıllarımın ilk büyük keşiş hocasıdır.
Bundan 25 yıl kadar önce Fransa'da, ‘‘Yeni Filozoflar’’ adı verilen yeni bir düşünce kuşağı ortaya çıkmıştı. Bu kuşak, 1968'de yaşanan büyük hayal kırıklığını üzerinden atmaya çalışan bir zihniyetin ürünüydü.
Peki ama onların yeniliği nereden geliyordu? Sadece büyük bir düş kırıklığını dile getirmek ‘‘yeni olmaya’’ káfi miydi?
* * *
Fransız düşünürü Deleuze, bu filozoflardaki yeniliğin düşüncelerinde değil, ‘‘Fransa'ya edebi ve felsefi pazarlamayı getirmiş’’ olmalarında yattığını söylüyor.
Yani medyatik olmalarından kaynaklandığını anlatıyor.
Ama onlarda bulduğu ikinci bir yenilik daha var.
Bu yeni kuşağın, kitaplarını her kesime hitap edecek şekilde yazdıklarını söylüyor.
Ve bunun sonucunu dergideki yazıdan aynen aktarıyorum:
‘‘Bu yeni koşullarda entelektüel ve yazar, aynı zamanda gazeteci olmak zorundadır.’’
Ben yıllardır, bunun böyle olması gerektiğini düşünüyorum.
Ama itiraf edeyim ki, son yıllara kadar kendimi çok derin bir mesleki tenhalık içinde hissediyordum.
Gazetecinin hayatının her saniyesini, ‘‘biz’’ maskesi altında kamusal mülkiyetin esiri olarak yaşayan bir ruhla dolaşmasını hayret ve hüzünle izliyordum.
Ama artık bu kamusal esaret yavaş yavaş çözülüyor.
Yeni bir gazeteci nesli doğuyor. ‘‘Ben’’ diye söze başlamak ve daha da önemlisi sözüne devam edebilmek cesaretini gösteren, bundan mesleki keyif alan ve kendi okurunu bulan yeni bir gazeteci kimliği, hayatı daha da renkli hale getiriyor.
Yalnızlık gazetecinin temel gıda maddesidir.
Jack Nicholson'ın o Kuzey Afrika çölündeki yalnızlığı, işte bu yüzden yeni gazetecinin prototipini oluşturur.
Ama aynı derginin ileriki sayfalarında Alman Yazar Günter Grass'la Fransız Sosyolog Pierre Bourdieu'nun bir söyleşisi yer alıyor.
Bourdieu, orada insanlığın egemen bir söylemin iftira ve saldırısına maruz kaldığını söylüyor. Ve arkasından şöyle acımasız bir yargıya varıyordu:
‘‘Gazeteciler, büyük çoğunluğuyla çoğu kez bu söyleme bilinçsizce suç ortağı olmaktalar.’’
Peki bu suç ortaklığı nasıl kırılacak?
Günter Grass, bunun cevabını tek cümleyle veriyor:
‘‘Artık çenenizi açma zamanı gelmiştir.’’
İşte bana göre, kamusal esareti kırıp, insanın şahsi, mahrem dünyalarına nüfuz etmeye çalışan ve her defasında ‘‘ben’’ diye söz alıp çenesini açan ‘‘Yeni Gazeteci’’ bize yeni bir ufuk açıyor.
* * *
1989 yılında, nükleer kazadan tam bir yıl sonra Çernobil Santralı'na giren ilk 10 gazeteciden biri bendim.
Santralın hemen ilerisinde bulunan Pripyat Kasabası'na gittiğimde beni bekleyen tek şey hayalet sokaklardı.
Evlerin pencerelerinden görünen tek tip manzara ise yarıda terk edilip bırakılmış yemek masalarıydı.
Yalnızlık dünyanın hiçbir yerinde bu kadar hüzün verici bir kozmoğrafyaya dönüşemezdi.
İşte o hayalet şehrin tam ortasında kurulmuş bir serada, deneysel bitki türleri yetiştirmeye çalışan dört bilim adamıyla karşılaşmıştım.
Orada ürettiği salatalıklardan birini bana uzatıp, ‘‘Rahatlıkla yiyin, sağlığa hiçbir zararlı tarafı yoktur’’ dediği an, hissetiğim şeyleri hálá unutamıyorum.
Bir tarafta nükleer dehşetin yarattığı korku, öteki tarafta bu hayalet şehrin ortasında yalnızlığı bilime çevirmeye çalışan inanılmaz bir cesaret.
O salatalığı yemeye cesaret edememiştim.
Ama içimde o yalnız insanların cesaretine karşı konulmaz bir destek verme arzusu vardı.
Bugün hálá o çelişkiyi içimden atabilmiş değilim. Sık sık kendimle şu hesaplaşmayı yaparım:
‘‘Keşke o gün o salatalığı yeseydim.’’
Paylaş