Yaşı 34 ama sesi, 6 yaşındaki bir erkek çocuğununki... “Bugünün kastratosu” diyebilirsiniz. “Şarkı söylediğim zaman kadın yanımı özgürleştiriyorum. Ama ben asla bir Drag-queen değilim” diyor. Başlangıçta tenor veya bariton olmak istiyormuş. Yani yüzde 100 erkek sesiyle şarkı söylemeyi arzuluyormuş. “Bugün ise sesim, kişiliğimin tam aynadaki aksi” diyor ve devam ediyor: “Hiçbir zaman klişeleri sevmedim. Ne güçlü kaslı erkekler, ne de kadın süper modeller. Ben hep bunların arasında bir yerde olmak istedim. Şarkı söylerken de böyle...” Fotoğrafına bakıyorum. Erkeksi bir yüz. Ama arada kalmış bir ifade. Elleriyle üzerindeki yeleğin iki yanını, Balkanlar’ın en kırsal erkeksi pozuyla, sıkı sıkı yakalamış. Boynundaki büyük bir fular ise arada kalmış. Fotoğrafına bakıyorsunuz ve ister istemez soruyorsunuz: “Arada kalmışlık nedir?” * * * Önümde İtalyan ressam Caravaggio’nun, Taschen’den çıkmış büyük albümü duruyor. Günlerdir, tablolarının detaylarına bakıyorum. Yüzlere, ellere, gövdelere, bedenlerin duruşlarına. Michelangelo mu daha büyük, yoksa Caravaggio mu. Her sabah Michelangelo’nun albümüne en az beş dakika bakarak günüme başlıyorum. Erkek gövdesinin abartılmış mükemmelliği, herkes gibi bende de hayranlık uyandırıyor. Kadının en güzel yanlarını bile erkek gövdesine monte ederek yarattığı estetik insanda ister istemez bu duyguyu yaratıyor. Kadın bedenine yapılan haksızlığı bile görmezden geliyorsunuz. Ya benim normal hayatım? Ben hayatım boyunca kadın gövdesinin olağanüstü cazibesini abartarak yaşadım. Hayatımın merkezinde abartılmış bir kadın mükemmelliği durdu hep. * * * Oysa son zamanlarda Caravaggio bana çok daha iyi geliyor. Erkek gövdesinin o kadar abartılmadığı, kadının güzelliğine de hakkının verildiği bir estetik, içimdeki sonsuz arayışlara en büyük terapiyi yapıyor. Çeşitli defalar yazmıştım. Ben insanın karakterinde de, gövdesinde de zafiyetin izlerini seviyorum. Benim için insan bedeninin mükemmelliği; zafiyetin rötuşlarıyla tamamlanmış bir sanat eseridir. Âşık olduğum kadının gövdesini bir yandan abartarak mükemmelleştirirken, bir yandan da o gövdede, insani zafiyetin izlerini arıyorum. O izleri okşarken aldığım hazzı bana hiçbir şey vermiyor. O yüzden insan karnını çok seviyorum. Çünkü zafiyetin kendini en güzel, en çarpıcı, en görünen şekilde teşhir ettiği bölge orası. * * * Bazen düşünüyorum. Neden böyle... Belki yaşın da tesiri var. Yılların gövdeme eklediği her çizgi bende kendiliğinden bir zafiyet arayışına yol açıyor. Belki de geçirdiğim o cılız çocukluğun, çelimsiz gençliğin bende bıraktığı izler bunlar. Bir kompleks... Fransa’nın ünlü gay dergisi “Tetu”, bu ay 15’inci yılını kutluyor. Son sayısındaki erkek fotoğraflarına baktım. Bana sanki, kaslı, Michelangelo tarzı erkeklerin yerine, bakımlı ama daha ince yapılı erkekler geliyormuş gibi göründü. Caravaggio’nun yükselişi, “Tetu” Dergisi’nin fotoğrafları acaba bize yeni bir insan gövdesinin doğuşunu mu haber veriyor. Yani daha abartısız, daha insani. Yani zaaflarla güzelleştirilmiş estetiğin yarattığı yeni bir insan mı. Bilmiyorum, tamamen yanılıyor da olabilirim. Dedim ya yaş, bir de çocukluk kompleksleri... Ama bildiğim bir şey var. Zaaf; yaratıcılığın ve sanatta mükemmelliği arayışın en büyük motoru. * * * Hayat bana zaaflarımı sevmeyi, hatta çok sevmeyi öğretti. Yalnız gecelerde aynaya bakıp gövdemdeki şeyleri seyrettim. Sevdiğim kadının olağanüstü gövdesine o son ve harika rötuşu yapan zaafları büyük bir hazla okşadım. Çünkü o zaaflar bana insan olduğumu hatırlattı; hayatın en güven verici estetiğini sundu. Bugün geriye baktığımda, beni hep “arada” bırakan o güven verici temaşa kulağıma şunu fısıldıyor: “That was a good life.”