Paylaş
Bir ömür aşk değildi onlarınki, ömrün de ötesine geçiyordu.
Bugün bir erkek ve bir kadın arasındaki tutkuyu anlatın deseniz, aklıma gelen ilk isim onlarınki olurdu.
Peki, böylesine tutkulu bir aşk yaşayan bu iki insan arasındaki cinsel ilişkinin nasıl olduğunu hiç düşündünüz mü...
* * *
Sartre İkinci Dünya Savaşı’nda cepheden döndüğünde 32 yaşındaymış...
Demek ki Simone de Beauvoir da 29’undaymış.
“Hayatı boyunca en sevdiği erkeğin, artık onu arzulamadığını” o yıl hissetmiş.
Birbirlerine olan tutkuları devam ediyormuş. Aralarındaki cinsel ilgisizliği ve soğukluğu uzun uzun konuşmuşlar.
“Bu durum benden değil, Sartre’dan kaynaklanıyordu” diyor. Beauvoir’ın annesi 35’ine geldiğinde, babasının ona cinsel ilgisi tamamen gitmiş.
Acaba bu yaşlar, uzun sürmüş beraberliklerde cinsel hayatın sonu mu oluyor?
Bu duygularını, “İkinci Seks” kitabını yazarken, şu çok çarpıcı ve trajik sözlerle anlatmıştı:
“Kadın arzu edilmeyi, arzu etmekten önce kaybediyor...”
Bence kesinlikle doğru değil, ama yine de geriye şöyle bir soru kalıyor:
Cinsel ilişki bitince aşk hâlâ devam eder mi...
* * *
Beauvoir, belki de hayatında en büyük cinselliği yaşadığı Amerikalı yazar Nelson Algren’in koynundan Sartre’a aşk mektupları yazmaya devam ediyordu.
Sartre da başka kadınların koynundayken bile ona tutku dolu mektuplar yazıyordu.
65 yaşında Beauvoir’la teybe kaydederek yaptığı bir sohbette şunları söyleyecekti:
“Ben çiftleşmekten çok, bir mastürbasyon erkeğiyim. Ereksiyon sorunum yok, ama benim için çıplak bir kadının koynunda olmak, onu seyretmek ve okşamak en büyük mutluluktu...”
Her ikisi de yıllar boyunca başka erkeklerle, kadınlarla yattılar, aşklar yaşadılar.
Ama bugün Paris’te Montparnasse’da aynı mezarda yatıyorlar.
* * *
Oysa ben Sartre olmak istiyordum...
Hayata onun gibi bakmak, onun gibi düşünmek, onun gibi durmak...
Ve tabii onunki gibi yaşayabilmek...
Altmış beş yaşıma geldiğimde, hayat bana Sartre olamayacağımı öğretti.
Ve kendim olmaya karar verdim.
Bu kararım, onun hayatını didik didik etmemi, her saniyesini bilme, öğrenme ve hissetme arzumu hiç bitirmedi.
* * *
Dün 21 Haziran’dı...
Beyaz bir geceydi ve Sartre’ın doğum günüydü..
Onları düşündüm...
Sartre olamadım ama bu adam ve bu kadın bana şunu çok iyi öğretti:
“Başka türlü bir aşk mümkündür...”
Ahlakını ve kitabını kendimin yazdığı bir aşk....
Aşk bittikten sonra arkadaşlık mümkün mü
FRANSIZ edebiyatını ve düşüncesini çok iyi bilen bir arkadaşıma sormuştum:
“Sence Simone de Beauvoir’ın hayatındaki en büyük erkek hangisiydi? Sartre mı, Nelson Algren mi?”
Biraz düşünüp şu cevabı vermişti:
“Galiba Algren...”
Beauvoir 1951 yılında Chicago’ya gidip uzun süre onun yanında kalmıştı.
Dönüşte havaalanında Algren’e, “Onun yanında harikulade günler ve geceler geçirdiğini, bu arkadaşlığın bitmemesi gerektiğini” söylemişti.
Algren’in cevabı ise şu olmuş:
“Sevgilim, sana aşktan daha az bir şey veremem...”
Haklıyım, gerçek erkek başkasına hesap ödetmez
HAZEL Rowley’in harika kitabı
“tete-a-tete”den okuduğuma göre, Sartre çok bonkör bir adammış.
Kazandığını anında arkadaşlarıyla harcarmış.
Yıllarca sekreterliğini yapan Jean Cau, onun cebinde bir-iki bin dolar değerinde banknotla gezdiğini söylüyor.
Oturduğu masalarda kimseye hesap ödetmezmiş.
Simano de Beauvoir’ın kazandığı para yetmediği için, geçimini büyük ölçüde Sartre sağlarmış.
Eski sevgililerine o bakarmış.
Arkadaşları borç istediğinde verir, çoğu kez geri almazmış. Bir de restoranlarda, kafelerde kendisine servis yapan personele yüksek tip bırakırmış.
Ajda’cığım bak, dünyada benden başka da böyle erkekler var.
Ve haklısın: Böyle erkekler iyidir...
Bob Dylan’a bir daha gitmem demiştim ama
TANSU’ya “Bob Dylan’ın konserine geliyor musun” dediğimde aldığım cevap şu oldu:
“Mersi, 2010 yılında konser diye yediğim o dayaktan sonra bir daha denemek istemem...”
Gerçekten de tatsız bir konserdi.
Mavi Marmara olayının hemen sonrasına rastgelmişti.
Açıkhava’nın dağılan sesi, Dylan’ın ruhsuzluğu, sigara dumanı ve anlaşılmaz hale getirilmiş şarkılardan sonra ben de pek gitme taraftarı değildim.
Ama yanılmışım.
* * *
Salondan başlayayım.
İstanbul harikulade bir konser salonu kazandı.
Black Box Avrupa’da az bulunur bir konser ve gösteri merkezi olmuş.
Salonun ışığı harika, ses düzeni, bugüne kadar Türkiye’de dinlediğim en iyisi.
Oturma düzeni, siyah koltuklar, giriş, hızla dolup boşalması ile gerçekten etkileyici bir salon olmuş.
Binayı yapan TürkMall ve işleten Pozitif’e tebrikler.
Bir akşam önceki Travis konserinin harika olduğunu anlattılar.
* * *
Bob Dylan’a gelince...
Bir kere daha anladım.
Onunki “Never Ending Tour”, (hiç bitmeyen tur); bizimki de “Never ending love”...
Bob Dylan, Bob Dylan’dır ve Allah ikimiz için de gecinden versin, o söyledikçe biz dinleyeceğiz.
Yeni CD’sini Kanat Atkaya çok övmüştü.
Bense “Like a Rolling Stone’dan sonra ne yazılır ki” basmakalıp yargısıyla ilgilenmemiştim.
Haklıymış. Çok güzel şarkılar.
* * *
Konserlere Kanat’la gitmek çok yararlı bir şey. Çünkü o her şeyi önceden biliyor.
Dört yıl önce Açıkhava konserinden büyük bir düşkırıklığı ile ayrılırken, “Hiç olmazsa bir All Along the Watchtower” söyleseydi demiştim.
O da “Söyledi abi” demişti.
Öyle bir tarzda söylemiş ki, fark etmemişim.
Önceki akşam da söyledi. Kanat bu defa önden uyardığı için dikkat ettim, hakikaten şarkıda “All along the watchtower” diye bir cümle geçiyordu.
Ama “Blowin in the wind”i yine anlamadım.
Kanat’a inanırım.
Söylemiş...
Paylaş