Paylaş
Belki yarım asır eskilere giden üstü açık bir araba.
Arabayı kullanan erkek
Jean-Louis Fournier...
Yanında oturan karısı Sylvie...
Başında 1940’ları hatırlatan
bir şapka var. Büyük güneş
gözlükleri takmış.
Yüzünü geriye dönmüş, dingin bir gülümsemeyle bize bakıyor.
* * *
Sylvie Fournier 2010 yılında öldü.
Yanında arabayı kullanan eşi Jean-Louis Fournier, arkasından yazdığı “Dul” adlı kitaba şu cümleyle başladı:
“Artık dulum. 12 Kasım günü Sylvie öldü.
Çok üzücü...
Bu sene indirimli satışlara birlikte gidemeyeceğiz...”
* * *
Ölüm mükemmel bir ayrıntı, bir teferruat hattatı.
Hayatımız sırasında atladığımız “şey”leri bulup önümüze koyuyor.
Fournier’nin karısının arkasından yazdığı kitapta şu cümle beni paramparça etti:
“Sana kendimden bahsetmeyi özlüyorum. Kendi kendime konuşmayı öğrenmeliyim...”
Karı-kocalığın, sevgililiğin, arkadaşlığın, aşkın en olağanüstü terapisi...
Ona kendinden bahsetmek...
Şımartılmak, şımartmak...
Zevk almak, zevk vermek ve verdiğin zevkten asla bıkmamak...
“Aşk, ‘sıradan’ı da güzelleştirir” cümlesindeki gerçeği keşfetmek...
* * *
Olağanüstü postmortem bir erkek itirafı...
“Bugün, fotoğraflarına baktığımda, ötekilerin karıları kadar güzel olduğunu fark ediyorum...”
Evet... Ölüm, kaybetme, terk edilme...
Fark ettirir...
Şunu da fark ettirir...
Fark etmek için ille de kaybetmek mi gerekir...
* * *
Sonra, göğüs duvarınızdan çekilen o tuğlanın bıraktığı boşluktan gelen şu hüzünlü cümle duyulur: “Her şeyi yerli yerine koyardın ve ben hiçbir şeyi bulamazdım...”
Her evin hali işte...
Öylesine sıradan...
Ancak biri ebediyen gittiğinde fark edilen küçücük bir hakikat...
Her şeyin yerli yerine konup da, bulamamayı da özleyebileceğinizi hayal eder miydiniz...
İnsan böyledir işte, bazen Azrail’den bile medet umar...
* * *
Önceki akşam, Urla’da yeni açılan Batis Restoran’da, Tansu’nun 60’ıncı yaş gününü kutladık. Tanıştığımda çok güzel bir kızdı. Sonra daha güzel oldu.
Şimdiyse en güzel...
Hayatımıza baktım...
Onunla seviştik, birbirimizin keyfini çıkardık, çocuk yaptık.
Pink Floyd konserine gittik, Komünist Partisi bayramlarında köfte sattık...
Otostop yaptık, “On the road” okuduk, “On the road again” dinledik.
Ucuz mağazalardan alışveriş ettik, sonra paramız oldu, en pahalı mağazalardan da bir şeyler aldık.
Hiçbir zaman iktidara gelemeyecek partilere oy verdik, sonra hiç üzülmedik.
Bol bol birbirimizi üzdük, kırdık...
Bol bol da barıştık...
Hayat, Woody Allen’ın filmi gibiydi.
“Whatever goes”du yani...
Bazen sıradandı, bazen acayip...
Bazen gidiyordu, yine geri geliyordu...
Ama her şey yerli yerindeydi.
* * *
Sabaha karşı uyandım...
Tansu’ya baktım ve düşündüm:
Ya o benden önce ölürse...
Felaketim olur.
Çok tertiplidir, çok düzenlidir.
Kendini de yerli yerine kor...
Ve ben bir daha onu hiç bulamam...
(*) Jean-Louis Fournier: “Dul”
Çev.: Can Belge, Yapı Kredi Yayınları, 2013 (Bir gecede okunan harika bir kitap.)
Hiç düşündünüz mü sizi en fazla ne strese sokar
İNSAN hangi olayda en fazla strese girer?
Fournier, karısını kaybettikten sonra Anne Ancelin Schützenberger adlı bir psikoterapistin “Yastan Çıkmak” adlı kitabını okumuş.
Kitabın başında “İnsan hangi olayda en fazla strese girer” adlı bir bölüm varmış.
- En yüksek puan, ‘eş kaybetme’ye verilmiş. Tam 100 puan.
- Boşanma 73 puan.
- Hapse girmek 63 puan.
- En düşük puan ise trafik cezası. Sadece 11 puan...
* * *
Ama bu Jean-Louis Fournier... O zekâ, o mizah durur mu, alıyor kalemi-kâğıdı eline ve hesaplıyor:
“On defa trafik cezası alanları düşünüyorum. 110 puan yapıyor.
Karısını kaybetse bu kadar üzülmeyecek yani...
Aynı anda birkaç mutsuzluğa birden sahip olunabilir, mesela trafik cezasıyla eş ölümü..
Puanları topluyoruz. 200 puanlık bir toplam, tehlike işareti sayılır.
300 puana ulaşanların yüzde 49’u o sene bir hastalık veya trafik kazası geçirir...”
Kitapta bu duruma karşı bir öneri de varmış.
Ağır ağır nefes alın ve dua okur gibi tekdüze bir sesle okuyun:
“Her geçen gün, her bakımdan daha iyiyim, çok daha iyi olacağım...”
‘Dark side of the moon’un 40’ıncı yılını kutlamaya gidiyorum
FOURNIER’nin kitabında şu cümleler çok dikkatimi çekti:
“Cümlelerime ‘Ben’ diye başlamam onu şaşırtıyordu.
Ona, dilbilgisi açısından birinci tekil şahıs olduğumu, dolayısıyla birinci tekil şahıs olarak konuşmam gerektiğini söylemek zorunda kalmıştım.
Ben, kendiliğimden kendimi, o ise kendiliğinden ötekileri düşünüyordu”.
Demek ki, her yazar evinde benzer duygular yaşanıyormuş.
Yıllardır hiç ara vermeden, “Ben” diye başlayan yazılar yazdım.
Birinci tekil şahıs yazıları yani...
Fark ediyorum ki, “Ben” diye hep başkalarının meselelerini yazmaktan sıkılmışım.
Şimdi kendi “Ben”imi aramak için bir hafta ayrılıyorum.
Bir hac seyahati bu, ama buralardayım.
Kendi arzımdaki Kâbe’yi tavaf edeceğim.
Pink Floyd’un “Dark side of the moon”un 40’ıncı yılını tek başıma kutlayacağım.
Paylaş