İlk hayallerim

BEN İstanbulluların bile ‘taşra’ sayamadığı bir şehirde doğdum. Tespit bana ait değil.

‘Taşraya Bakmak’ adlı kitapta Melih Pekdemir aynen şöyle yazıyor:

‘Mutlak tarifi yapılabilen taşra yoktur. Elbette Türkçe’de ‘Ankara dahil ama belki Levanten İzmir hariçtir’ diye şerh düşülebilir.’

* * *

Kahramanlar Semti’nin 1423 Sokağı’nın köşesinde bir karakol vardı.

O köşeden sola döndüğünüz zaman karşınıza bir demiryolu çıkar.

Alsancak Garı’ndan başlayan İzmir-Aydın demiryolunun öteki tarafı, ‘Tenekeli Mahalle’dir.

Adını evlerinin teneke damlarından alan bu mahallenin sakinleri Çingenelerdir.

‘Mutlu Çingeneler’ tabirini, daha o ünlü filmden çok önce, işte bu mahallede keşfetmiştim.

Kahramanlar, yoksulluğun hemen üstünde, orta sınıfın hemen altında mutlu insanların yaşadığı bir semtti.

* * *

Ben ilk hayallerimi bu semtte kurdum.

Tren yolunu geçip sağa dönünce, köprünün altında küçük bir alana gelirsiniz.

Kirlilikten katran renginde akan Melez Çayı’nın kenarındaki bu alan, bizim ilk futbol sahamızdı.

Ancak beşer kişilik iki takımın top oynayabileceği genişlikteki bu saha, benim ilk hayallerimin tarlasıydı.

Şunu hayal ederdim.

* * *

Babam çok, ama çok zengin bir insan.

Bana özel bir futbol sahası yaptırıyor.

Şükrü Saracoğlu’nu düşünün.

Onun gibi etrafı tamamen kapalı.

Ama tribünlerin duruşu kare değil, oval şekilde.

Öyle büyük bir saha değil.

Altışar kişilik takımlar halinde maç yapacağımız büyüklükte.

Küçük insanın hayali de boyuna göre olur.

Ama küçük insanın egoizmi asla boyuyla orantılı değildir.

On bir kişilik iki takımı kontrol edemeyeceğimi düşündüğüm için, ‘küçük olsun ama benim olsun’ havasındaydım.

Elbette takımları kendim kuruyorum.

İstediğim arkadaşımı takıma alıyorum, istemediğimi sahaya seyirci olarak bile sokmuyorum.

Gazi İlkokulu’ndaki küçük duygusal yaklaşımların hayallerini bir kenara bırakırsanız, hayatımda vizyon yüklü ilk büyük hayalim buydu.

Türkiye’nin ıstıraplı yıllarıydı.

Mahallemizde tek bir evde bile buzdolabı yoktu.

Araba sahibi olmak, hayallerimizin ötesindeki sonsuz ütopyaların arkasındaydı.

Yetmiş sekiz devirli plaklar henüz mahallemize girmemişti.

Radyo dışında müzikle tek bağımız, mutlu Çingenelerin darbukaları, kemanları ve zurnalarıydı.

Bir de mahallenin o garip insanı.

* * *

Adını kimse bilmiyordu.

Belki kendisi de bilmiyordu.

Herkes ona ‘Áşık’ diyordu.

Hiç konuşmadığı için onun adına, sadece kulaktan kulağa yayılan efsaneler konuşuyordu.

Galiba bir kadına áşıkmış.

Ama aşk bitmiş.

‘Áşık’ın bir gramofonu vardı.

Yaz başlarında ortaya çıkardı. Sokağımızın ortasındaki fabrikanın duvarının dibinde aniden durur, gramofonunun yayını kurar, küçük bir kutudan çıkardığı iğneyi takar ve Müzeyyen Senar’ın bir şarkısını çalmaya başlardı.

Hangi şarkıydı, başka kimler vardı artık hiçbirini hatırlamıyorum.

Hatırlayabildiğim tek şey, ince sakallı yüzü, uzun paltosu ve sessizliğiydi. Bir de acımasız çocukların arkasından alaylı haykırışları, onun dönüp hiddetle bakışı.

Áşık, benim ilk sessiz hüznümdü.

Sonraki yıllarda bazı zor anlarımda onu yine hatırlayacaktım.

Bu defa çok daha iyi anlayarak...

* * *

Ben yoksul, ama mutlu insanların yaşadığı bu mahallede büyüdüm.

1423 Sokağın iki katlı evleri yıkıldı. Şimdi onların yerinde apartmanlar var.

Ama oradan her geçişte o iki insanı hálá görüyorum.

Elinde gramofonuyla ‘Áşık’.

Ve ilk hayalleriyle ben...
Yazarın Tüm Yazıları