Paylaş
O fotoğrafa bakarken şunları düşündüm. Acaba o genç kız, o pencerenin önünde son anını nasıl yaşamıştır?
Genç kız demek bile fazla. Kız çocuğu.
Pırıl pırıl bir yüz, sımsıcak bir ifade. Temiz bir ruhun tıpkıbasımı bir çehre.
Cuma günkü Hürriyet'in birinci sayfasındaki o kız çocuğu.
Babasının küçücük bir cümlesi ile kendini evinin penceresinden aşağı bırakıp giden o kız çocuğu.
Adı Aslı... 18 yaşındaymış.
Hafızamda öyle, o bana bakan güzel ifadesiyle bir ikon gibi kaldı.
* * *
Gerilere döndüm. Öyle çok uzağa değil, bir ay öncesine.
Kendimi Madrid'de, Prado Müzesi'nin beyaz duvarlı o salonunda, Dali'nin pencereden dışarı bakan o kadın tablosunun önünde buldum.
Yıllardır seyrettiğim halde, yüzünü bir türlü göremediğim, sadece sırtından, saçlarından, kalçalarından tanıdığım o kadının önünde.
Hep, o güzel kadının neler düşündüğünü merak etmiştim.
Şimdi Aslı'yı merak ediyorum. Acaba babasının o küçücük cümlesi, onun ruhunda hangi fırtınaları estirmiştir?
Kendini dışardaki o maviliğe bırakmadan önce kendi kendisiyle neler konuşmuştur?
Elli yıllık hafızamda kalmış en çarpıcı mısralardan birisi, Mehmet Akif'in Çanakkale Şehitleri'nden fırlayan o cümledir:
‘‘Bir hilal uğruna ya Rab, ne güneşler batıyor.’’
Büyük idealler, ihtiraslı hedefler, bağnaz emeller, muazzam projeler, muhteşem hayaller...
Her biri, dünyanın köşesinde yalnız bir ruha, ölüm yolculuğunda kavalyelik edebilecek şeyler.
Şövalye ölümlerin transparan kılıfları.
Fotoğrafın arabında ise bu dev hacimlerin köşesine büzülmüş, küçücük yapayalnız ruhlar var.
* * *
Küçücük bir cümleyi, ‘‘Kızım o arkadaşınla fazla görüşme’’ gibisinden, hafif bir imbat rüzgârı gibi, gövdemizin bir ucundan girip ötekine geçiverecek küçücük pil cereyanları kadar basit birkaç kelimeyi, Kalaşnikof mermisi haline dönüştürebilen duygu dünyaları, mütevazı kırılganlıklar, hazin alınganlıklar var.
* * *
Acaba hangisi daha insani, hangisi daha hakiki, hangisi ölmeye daha değer bir şeydir?
Bütün bir hayatı saran dev kızıl elmalar, güneşi yakalama coşkuları, okyanusları fethetme ihtirasları, kıtaları keşfetme arzuları mı?
Yoksa bir sevdayı, bir aşkı, hatta bir hayatı saniyenin onda biri kadar zamanda bitiriveren küçücük cümleler mi?
Toz zerresinden bile küçük ihmalleri, basit özensizlikleri muazzam bir agrandizörün altına sokarak büyüten ruh âlemleri mi?
Hangisi daha hakikidir, hangisi daha zalim ve öldürücüdür?
Henüz 18 yaşında güzel bir kızı, penceresinin önünde hayat muhasebesine zorlayıp bir umutsuzluk bilançosu ile karşı karşıya bırakan bu manevi El Nino, bu görünmeyen provokatör nedir, kimdir?
Galiba sonunda herkes bir gün, bir zaman, kendini bir pencerenin karşısında yapayalnız bulacak. Herkes mutlaka kendi fırtınasını, kendi tornedosunu, kasırgasını yaşayacak.
Tek başına ve yapayalnız.
Orada bir hayat muhasebesi yapacak. Ya büyük şeyleri, dev ufukları, güneşleri küçültmeyi öğrenecek...
Ya da küçücük cümleleri agrandizörlerin altına sokup büyütecek, azmanlaştıracak.
Sonunda ya ona katlanacak...
Veya bir El Nino kışının sonunda kendini o pencerenin kenarından maviliklere bırakacak.
Ya yarattığı o dalgaların altında kalacak, ya da o dalgaların üzerinde sörf yapıp, sahillere, hayatın yaşanmaya değer kıyılarına ulaşacak.
* * *
Bir cumartesi günü İkitelli'de binanın 11'inci katında, yine o tabloyu seyrediyorum.
Yıllardır Dali'nin tablosunda seyrettiğim o kadın dönüyor ve ilk defa yüzünü görüyorum.
Yaşı 18'miş. Bir gazete fotoğrafından bana bakıyor ve ‘‘Benim hilalim, küçücük bir cümledir’’ diyor.
Diyor ve penceresinin kenarından maviliklere doğru süzülüp gidiyor.
Kendi güneşini, bu küçücük hilal uğruna böyle batırıyor.
Paylaş