ÖNCEKİ akşam Davos’un “Post Hotel”inde Coca-Cola’nın davetindeyim.
Davetin yarısına doğru kapıda bir hareketlenme oluyor.
Amerika Birleşik Devletleri eski Başkanı Bill Clinton giriyor. Daha ilk bakışta, “karizma” dediğin şey işte budur diyorum. Dünyanın ve Türkiye’nin önde gelen şahsiyetleri birlikte fotoğraf çektirmek için yarışıyor. Başkanlıktan ayrılalı 10 yıla yakın zaman geçmiş. Araya 2 başkan daha girmiş. Bir 11 Eylül girmiş. Amerika’yı bütün dünyanın gözünde sempatik hale getirmiş. Sonra bir Körfez Savaşı girmiş. ABD’yi dünyanın gözünde yerin dibine sokmuş, “Çirkin Amerikalı” deyimini hortlatmış. * * * Amerika çirkinleşmiş, ama bu insan eskisinden de güzelleşmiş. Göğsünü gere gere her yere gidiyor. Yüzünde hep gülümseme, hep mutluluk. “Süper başkan” aurası hâlâ başının etrafında bir taç gibi duruyor. Uzaktan onu seyrederken, meditasyona başlıyorum. “Economist” Dergisi bir ay önce, şöyle bir kapak konusu yayınladı: “Yaşlanmanın hazzı: Hayat niye 46’sında başlar.” Okurken düşünmüştüm. Acaba bu konu, giderek yaşlanan “yazılı basın” okurlarına, “Yıkılmadınız ayaktasınız” demek için mi yapılmıştı? Yoksa uzayan hayatın yeni bir gerçeği miydi. Sekiz yıl, dünyanın en büyük gücünün başkanlığını yaptıktan sonra, 50’li yaşlarının başında bu görevden ayrılan insan, acaba ne hisseder? İtiraf edeyim, genel yayın yönetmenliği gibi, insanın adrenalinini sonuna kadar dolduran bir görevi 20 yıl yaptıktan sonra ne hissedeceğimi merak ediyordum. Hayat bomboş mu kalacaktı? Adrenalin boşalacak mıydı? Daha hızlı mı yaşlanacaktım? * * * Bu yazıyı, Davos’ta Thomas Mann’ın, “Büyülü Dağ” romanını yazdığı otelin terasında yazıyorum. Karşımda karlarla kaplı dağlar, yukarda pırıl pırıl bir güneş. Kendi kendimi yokluyorum: Mutlu muyum? Kesinlikle evet. Başkaları hiç önemli değil, geride, kendimce “başarılı” gördüğüm 10 yıllık öğretim üyeliği, 25 yıllık bir gazetecilik dönemi bırakmışım. Üzerimde ise sorumlulukların kalkmasından dolayı hissettiğim “hafiflik...” Allah’a şükür imkânlarım iyi. Hayatın bana verdiği “haz mirası” alabildiğine geniş; rengârenk bir yelpaze. Her gün daldan dala uçuyorum. * * * Tekrar Clinton’a dönüyorum. Coca-Cola Başkanı Muhtar Kent’i, bonkör sıfatlarla övüyor. Kullanılan sıfatlar gerçekten hak edilmiş ise, yapılan iş bonkörlük değil, gerçeğin basit bir ifadesine dönüşüyor. Clinton konuşuyor. Göğsünü gere gere konuşuyor. Dünyanın her tarafına göğsünü gere gere gidiyor. Çünkü hâlâ söyleyecek sözü var. “Artık sosyal sorumlulukları yerine getirmek yetmiyor. Bütün dünyada ortak değerleri paylaşmamız dönemi başladı” diyor. Kendi kendime diyorum ki: Hayat denen şey, bir akıllı veya akılsız yatırımlar süreciyse, en akıllısı işte budur. 60 yıllık bir hayattan sonra “göğsünü gere gere” ve mutlu olarak yaşamaya devam etmek. * * * Sık sık, kadınlar için en güzel yaşların 35’inde başladığını yazıyorum. Kırkından sonra daha da güzel yıllar başlıyor. Economist’i okurken hissediyorum ki; hayat 46’sında başlıyor, 50’sinde de başlıyor. Geride iyi kötü, hak edilmiş bir mazi bırakmışsanız, göğsünüzü gere gere dolaşabiliyorsanız, ruhunuzda renkler hiç solmuyor, kararmıyor, grileşmiyorsa; hayat 60’ında da başlıyor. * * * Thomas Mann’ın dağları büyülüydü. Benim dağlarım, şehirlerim de büyülüydü. Her gün şükrediyorum ve dua ediyorum: “Allah’ım bana verdiğin bu olağanüstü hayatın büyüsünü bozma...”