Paylaş
Güya el ama; “mika” bir eşya gibi duruyor.
Plastik bir malzemeden yapılmış. Donuk ve mat. Belli ki fazla parası yok. En iyisine yaptıramamışlar.
Sağ elden büyük görünüyor. Rengi desen hiç tutmamış...
Her mika gibi, donuk. Daha ölmeden ölmüş gibi duruyor. Sağ kol da takma ama nedense daha küçük.
* * *
Ama hayat tuhaf, geride kalanlar daha da tuhaf...
Başka bir şeye takılıyor gözünüz. O donuk parmaklardan birine geçirilmiş bir yüzüğe.
Alyans gibi duruyor.
Herkes gibi gözüm o yüzüğün üzerinde.
Çünkü o yüzük, mikanın donmuş soğukluğuna öyle bir sıcaklık getirmiş ki...
Gözünüz termal bir kamera; oradaki insani sıcaklığı hemen fark ediyor.
O çocuğu merak ediyorsunuz? Kimdir, neyin nesidir...
* * *
Anne 2 ay önce by-pass ameliyatı geçirmiş.
Kendi derdine yanamadan, evlat acısının ateşinde kavrulmuş.
Ağzını bıçak açmıyor. Söyleyebildiği tek şey şu:
“İyileşseydi evlendirecektik...”
Termal gözünüz, yine o yüzüğe dalıyor.
“Acaba, hayali bir nişanlıya, özlenen bir yavukluya hasreti anlatan bir alyans mıydı?”
Tek taraflı, kurdelesi tek makasla kesilmiş bir söz müydü onunkisi... Yani bir hayal, bir umut.
İnsanın gönlünde bir özlemek varsa, oluyormuş demek...
O zaman, hayatını daha da merak ediyorsunuz.
* * *
Kimsenin bilmediği bir köyde doğmuş, kimsenin bilmediği bir çocuk.
Köyün adı Yazıhüyük...
Kadere bakın ki, kimsenin bilmediği o köyü Türkiye şimdi o kimsenin bilmediği çocuk sayesinde biliyor.
İlkokulu okumuş. Ama 8 yılla bile şansı olmamış.
Sonra ver elini İstanbul. Taşı toprağı altın şehir.
Nereden bilsin ki, hayat herkese o kadar cömert değil.
Kimine altın, kimine ise kara toprak...
O felek ki, bazen fena kahpeleşir; kiminin kapısını, daha gün doğmadan, hiçbir bahar gelmeden, sabahın ayazında çalar.
Gencecik bir yaşta, bir kaza. Adres sormayan, kimlik istemeyen bir kaza. İş kazası...
Bir elini ve kolunu, iki bacağını alıp götürmüş.
Elveda gençlik hayalleri, elveda sokaklar.
Elveda hasretle bekleyen hayali yavuklu, elveda umutlar...
Kahpe bir felek; kara değil kapkara, zifiri kara bir baht...
Arkadaşlara spotlarla aydınlatılmış halı sahalar; sana hiç bitmeyen yapayalnız geceler...
Hayatının baharındasın, ama nereden bilesin ki o bahar çoktan geçmiş, yaz desen hiç gelmemiş.
Nereden bilesin ki hayatının sonbaharındasın; karakış kapına dayanmış ve kazma kürek yaktıracak bir mart ayı bile sana haram... Onu göremeyeceksin...
* * *
Cenazesinde 1000 kişiye yakın insan varmış.
Artık bütün Türkiye adını biliyormuş.
Milyonlarca insan arkandan dua ediyormuş.
Daha kimse, “Merhumu nasıl bilirdiniz” diye sormadan, milyonlar “İyi bilirdik” diye sessizce haykırıyormuş.
İyi bilirdik de; bir de “bahtı kara” bilirdik...
Kaza zamansız gelmişti.
O iki kol, iki bacak; yani umut... zamanında geldi.
Ama sen çok çabuk gittin be kardeşim...
* * *
Çok merak ettim, ama öğrenemedim...
Acaba o mika kol, onun ucundaki o mat parmaklar ne oldu?
Onu kolsuz, bacaksız mı toprağa verdiler.
Çünkü; ben isterdim ki, o mika koluyla gömülsün.
Çünkü; isterdim ki, ölüm koksa bile, o mat parmakları olsun.
Çünkü, o mat parmakların bir tanesinin üzerinde o yüzük olsun isterdim.
Çünkü o yüzük var ya o yüzük?
Çünkü; hepimizin gözü ona takılı kaldı.
Çünkü; o yüzük, umutlu bir bekleyişin en harikulade niyet mektubuydu; çığlığıydı.
Çünkü; soğuk bir tabutu bile ısıtabilirdi...
Paylaş