Paylaş
Ara rejimin en karanlık yıllarıydı...
* * *
İşte o yılın bir sabahı Beşiktaş’taki özel yetkili savcılığa davet edildik.
Benim dışımda Enis Berberoğlu, Güneri Cıvaoğlu, Fatih Altaylı ve başkaları da vardı.
Küçük bir odaya girdik. Savcı bizi nazik bir biçimde karşıladı.
Bir de zabıtları tutan yetkili vardı.
Önüme bir dosya koydular.
İçinde 15 yıl önce yaptığım özel telefon konuşmaları vardı.
Yani 28 Şubat döneminde...
“Bu telefon konuşmalarını dinleteceğiz ve size ait olup olmadığını soracağız” dedi.
Yıllarca önce, illegal yollardan dinlenmiş telefonlarım bir bakan tarafından açıklanmış, radyolardan, televizyonlardan, gazete manşetlerinden aylarca bu konuşmaları okumuş, dinlemiştim.
“Lütfen bana kendi sesimi dinletmeyin. Ben bu duyguyu çok kötü yaşadım. Tapelerini önüme koyun, bana ait olup olmadığını söyleyeyim” dedim.
* * *
Bana ait 3 konuşma vardı.
İkisi aynı kişiyle yaptığım konuşma olarak kayda geçirilmişti.
15 yıl öncesine ait tapelerdi ve konuşmaları tamamen unutmuştum.
Ancak bir şey dikkatimi çekti.
Aynı kişi deniyordu ama bu kişi konuşmaların birinde bana “Ertuğrul Bey”, ötekinde ise “Ertuğrul” diye hitap ediyordu.
Savcıya, “Benimle konuşmayı yaptığını söylediğiniz kişi
bana hep Ertuğrul Bey diye hitap eder. Öteki aynı kişi
değil” dedim.
Bunun üzerine öteki kişiyle yaptığım konuşmayı sesli olarak dinledim.
Nitekim söyledikleri kişi değildi.
Konuşmalarda bir suç unsuru yoktu. Belli ki dinleyenler keyfi ve illegal biçimde dinlemişti.
Ama o günlerde bizi kim dinlediyse, içinde hiçbir suç unsuru bulunmayan bu konuşmayı saklamıştı.
Üstelik bunları böylesine laubali ve özensiz biçimde kayda geçirmişti.
Kim bilir kaç kişinin hayatı böylesine keyfi ve laubali biçimde harcanıp gitmişti.
* * *
O gün önüme üçüncü bir kayıt daha konuldu.
Bu da eşim Tansu’nun evde çalışan bir görevliyle yaptığı konuşmaydı.
Marketten şunu al, bunu al diyordu.
O an çok üzüldüm.
Belli ki dinleyenlerin hedefi bendim.
Ama benim yüzümden üç başka insanın hayatı daha harcanıyordu.
İçimden bu pespaye işi yapanlara lanet ettim ve savcıya şunu söyledim:
“Eğer Başbakan’a ulaşma imkânınız varsa, lütfen ona söyleyin. O gün bizim arkadaşlarımızı, eşimizi dinleyenler, bugün de yine bizi dinlemeye devam edenler, hiç şüphesi olmasın ki onu ve onun yakınlarını, eşini, kızını da dinliyorlar. Ve bir gün gelecek bu konuşmaları onun önüne de koyacaklar.”
Yıl 2011’di...
Yani 3 yıl önce...
Ve bugün hem Başbakan’ın, hem kızının, hem dostlarının tapeleri önüne konuyor.
En çok cibiliyetsiz devletten korkarım
O gün bizler yine de şanslı insanlardık.
Bizden önceki arkadaşlarımız gibi, bir sabah vakti evimiz darmadağın edilip çocuğumuzun, eşimizin, yakınlarımızın önünde yaka paça götürülmedik.
Ama hayatımın son 4 yılı başucumda hazır bir valizle geçti.
Her gün işaretparmağını gözümüzün içine sokarak, salyalı dilini uzatarak bizi gammazlayan, hedef gösteren, içeri atılmamız için kampanya yapan bazı insanların hakkımızda yazdıklarını, söylediklerini okuyarak, dinleyerek ve tahammül etmeyi öğrenerek geçti.
Yurtdışındaki arkadaşlarımız, “Buraya gelin” deyip evlerini açtılar bize.
Gitmedik ve bekledik.
“Öyle güzel bir hayat yaşadım ki, içeri atarlarsa bunu o hayatın zekâtı diye kabullenirim” dedim. Kendimi buna inandırdım.
Korkmadım ama çok üzüldüm.
Kendime değil, benim için üzülenlere üzüldüm.
* * *
Yaptığım iş ve başında bulunduğum Hürriyet, Türkiye’nin legal, illegal bütün meraklı gözlerinin üzerinde olduğu bir kurumdu.
25 yıl boyunca devletin en az 5 kuruluşu beni dinledi.
20 yıl yanımda devletin verdiği bir güvenlik görevlisi ile gezdim.
İki defa bombalı saldırıdan, sadece Allah’ın yardımı ile kurtuldum.
Sayısız tehdit altında yaşadım.
Ve 20 yıl, öldürülmüş bir eski genel yayın yönetmeninin koltuğunda oturdum.
Onun katledilmiş hayaleti ile yaşadım.
Cesur bir insan değildim, ama korkmadan yaşamayı öğrettiler bana.
Bir gün bile çıkıp mağduriyet şovu yapmadım.
Her şeyi öğrendim ama bir şeyi öğrenemedim...
Benim yüzümden başka insanların hayatlarının altüst edilmesine tahammül edebilmeyi...
İşte onu öğrenemedim...
Benim yüzümden başka insanlara saldırılması, haksızlığa uğramasını...
Benim yüzümden acı çekmesini... İftiraya uğramasını...
İşte onu içime sindiremedim.
Üzüntüyü çok çok aşan bir kahrolmuşlukla yaşadım.
* * *
İşte o yüzden Başbakan Erdoğan önceki gün, telefon ve data dinlemelerine ciddi sınırlamalar getirileceğini açıklarken, ona çok kızsam da, yürekten destekledim...
O yüzden hâlâ sığınabileceğim tek yer olan devletimizin, hâlâ o koltuklarda oturan yetkililerine sesleniyorum:
“Mert olun...”
“Ahlaklı ve vicdanlı olun...”
Devletler güvenlikleri için telefon dinleyebilirler.
Ama bunun bir ahlakı, vicdanı, cibiliyeti vardır.
Ben en çok cibiliyetsizinden korkarım...
O da kendim için değil, benim yüzümden yananlar için...
NOT: Savcılıkta bize, bu ses kayıtlarının Hanefi Avcı’nın boşalttığı bürosunda bir çuval içinde bulunduğu söylenmiş ve ondan şikâyetçi olup olmadığımız sorulmuştu.
Ben, “Nereden bileyim orada bulduğunuzu” deyip ondan şikâyetçi olmadım. Hanefi Avcı bu olaydan sonra bana cezaevinden yazdığı mektupta, bunların kesinlikle kendine ait olmadığını söylemişti. Bu kadar tecrübeli bir istihbaratçının böyle şeyleri boşalttığı büroda bırakması bana hiç inandırıcı gelmemişti. Son gelişmeler onun haklı olduğunu bir kere daha ortaya çıkardı.
Ama gerçek şuydu ki, 28 Şubat döneminde bizler de izlenmiştik.
Anlatmak istediğim buydu. Dinleme denen devlet alışkanlığı hepimiz için tehdit.
Paylaş