HAYATTA her duyguyu yazarak anlatabilirim, biri hariç.
Mutlu bir sabah içtiğim kahvenin ilk yudumu... Veya mutsuz bir gecenin sabahındaki kahvenin dilimle ilk teması. O yudumun beynime yazdığı şifreleri çözebilmem mümkün değil. Bildiğim tek şey, o damlanın katalizör etkisi yaptığı. Birinde mutluluğumu, gökdelenlerin 40’ıncı, 50’nci, 60’ıncı katlarından boşluğa bırakır. Ötekinde yalnız bir gecenin sancıları için en iyi terapidir. Ağrı kesici midir, yoksa müsekkin mi, onu da bir türlü anlayamam.
Her sabah yatağımdan kalkarken şu duyguyu yaşarım. Sağ ayağım beni hayata taşır. İkincisi ise biraz daha ölüme. Her insanın her sabah terapiye ihtiyacı vardır. Dün güne, Kerem Görsev’in yeni CD’si “Therapy”yi dinleyerek başladım. Yıllar önce, Akbük’te bir akşamüzeriydi. Kerem’in getirdiği caz parçalarını dinliyorduk. Bana, “Müzik insanla kavga etmemeli” demişti. “Therapie”yi dinlerken o sözleri hatırladım. Arkasında çalan Londra Filarmoni Orkestrası, sanki Kerem’i haklı çıkarmak için bütün maharetini ortaya koyuyor. “Teşekkür ederim Kerem” dedim. İçimde ne zaman fırtınalar patlasa, çaldığın bir parça mutlaka imdadıma yetişiyor. Yumuşak, asil, sakin, kadife bir müzik... Sabah terapisi işte...
Mahmur gözlerle geride bıraktığım dağınık yatağa bakıyorum. Bir gün “yatak sosyolojisi” veya “yatak psikolojisi” diye bir kitap yazmalıyım diye düşünüyorum. Her sabah arkamızda dağınık bir yatak bırakıyoruz. Her gecenin kendince bir hikâyesi var. Orada doğuyoruz, orada can çekişiyoruz, ölüyoruz. Çoğunlukla orada sevişiyoruz. Orada sohbet ediyoruz. Ve bir kısmımız, sabah kahvesini orada içiyor. Her gece, yaşanmış veya ıskalanmış, yaşanamamış bir şeylerin izlerini bırakıyoruz yatağa. Her insanın kendi arkeolojisi orada yazılıyor. En anlamlı parmak izlerimizi itinayla oraya bırakıyoruz. Birisi bulsun ve bir gün hayatımızı yazsın diye.
Dün sabah işte o gözlerle baktım yatağıma. Yalnız bir geceden geriye neler kalmış, görmeye çalıştım. Başucumda iki kitap: Simone de Beauvoir’ın, “Tüm insanlar ölümlüdür” kitabı. Yanında ise Emile Zola’nın bir kitabı duruyor. “Comment on meurt”. “Nasıl ölünür”... Kerem’in “Terapi”si iyi gelmiş olmalı ki, kendi kendime gülüyorum. “Morbid bir gecenin sabahı” diyorum. Sonra kutsal kahveme sığınıyor ve başucumdaki üçüncü kitabı açıp işaretlediğim bölümü tekrar okumaya başlıyorum. (*) “Efsaneye göre, MS 850 dolaylarında Etiyopyalı bir keçi çobanı sürüsündeki garip civelekliği merak edip sebebini araştırınca, keçilerin civardaki ağaçların yemişlerini kemirdiklerinin farkına varıyor. Kahveyi ilk tüketen insanlar muhtemelen keçilerin çekirdekleri yeme tarzını taklit ettiler.” “Keçi civelekliği...” “İşte” diyorum. “Sabah içtiğim kahvenin bende bıraktığı izin harikulade metaforu... İnat uğruna gelmeyenler, inat uğruna çağrılmayanlar, inat uğruna ıskalanan, habersiz geceler...” Dağınık bir yatağın, mahmur bir sabahın en derin arkeolojisi... “Keçi civelekliği...”
(*) Kenneth Kiple: “Gezgin Şölen: Gıda Küreselleşmesinin On Bin Yılı”, Çeviren: Nurettin Elhüseyni, YKY Yayınları, 2010 (Çok eğlenceli, çok öğretici, çok meraklandırıcı harikulade bir kitap. Kitabı bana tavsiye eden Aydın Uğur’a çok teşekkürler.)