Penceremden dışarı baktım. Allah’ım yine bir deja vu’ydu sanki... Yıllar önce bir sabah, kanallarla dolu bir başka şehirde yine böyle kar yağıyordu. Sanki şehrin bütün kuğuları, penceremin önündeki kanala toplanmıştı. Sabah kahvemin olağanüstü arabikası, içimdeki siyah kuğunun şen şakrak, isterik kahkahalarına dönüşüyordu. Kar, bembeyaz kuğular, içimden gelen o isterik kahkahalar ve arabika, o sabahı hiç unutulmayacak kılmıştı. Bir de Jacqueline du Pre çalıyordu...
Dün sabah yine onu dinledim. Olağanüstü bir Haydn çalıyordu. O kuğular yine geldiler. Ve hepimizin ruhuna basan karanlıkta, kuğuların fosforlu beyazı bana hayatımın en önemli hakikatini fısıldıyordu. Tutunacak küçücük bir umut bile varsa; onun ipine sarıl... Bırakma kendini... İşte o an, cezaevlerinde her gün kendi kendine, “Ben niye buradayım” diye soran, sonra çaresizliğin girdabına kapılıp giden insanları hatırladım. Evet, siz niye oradasınız da biz, hepimiz niye hâlâ buradayız?
Kar, çirkinleştirilmiş ülkelerin, karartılmış ruhların iyilik perisidir. Elindeki sihirli değneğiyle, okşar gibi bir dokunuşta, bütün çirkinliklerin üzerine bembeyaz bir tülü serer. Dışarıya baktığınızda, bütün kötülüklerin, çirkinliklerin üç beş gün için bile olsa hezimete uğradığını görürsünüz.
Dün sabah bir kez daha böyle bir beyazlığa uyandım. Hayatım boyunca bana hiç ihanet etmeyen kuğularım, yine randevusundaydı. Jacqueline du Pre’nin çellosu, hüzün, umut ve güzelliğin çizdiği tek kişilik vatanımın sancağı gibi başucumda duruyordu. 26 yaşında MS hastalığına yakalanıp, 42 yaşında ölen bir kadının, nasıl olup da geriye böylesine olağanüstü bir miras bırakabildiğini düşündüm. Çello, insan sesine en yakın enstrümandır derler. Anladım ki, insanın ta kendisiymiş... Dün tek kişilik bir tarikatta, kendi kendimin şeyhi, kendi kendimin müridiydim. Dün, tek kişilik bir illegalitenin, tek kişilik bir undergroundun, tek kişilik avaresiydim. Hiç vazgeçemediğim ebedi özgürlüğü, dün bir kere daha “gökyüzü gibi içime çektim”... Ve kendi kendime dedim ki: Arkadaş; boynunda yağlı bir urganla dolaşsan da; ayaklarına, parmaklarına, ağzına, orana burana ağır müebbet prangaları vurulmuş olsa da; Özgür ve kurtarılmış bir undergroundun var. Oraya sığın; ona da şükret...
Demek ki hâkim ve savcılar da suç işleyebilirmiş
ÖNCEKİ gün; biz polis-yargı-hükümet-MİT hengâmesi içinde amok koşusu yaparken, hepimiz açısından hayati derecede önemli bir “Avrupa içtihadı” doğdu. Bu içtihadın özeti şudur: İspanya’da darbe suçlarının, yolsuzlukların üzerine giden, Şili diktatörü Pinochet için bile tutuklama kararı çıkaran “cesur yargıç” Garzon, 11 yıl meslekten men cezası aldı. Suçu neydi biliyor musunuz? “İllegal telefon dinlemesi” yaptırmak. Hem de öyle gazetecileri, siyasetçileri, askerleri, bürokratları değil. Bir mafya mensubunun telefonunu dinletmekten. Hem de nerede biliyor musunuz? Adam cezaevindeyken, avukatıyla yaptığı konuşmayı kanunsuz şekilde dinlettiği için.
İspanya yargısı; Bu adam darbelerin üzerine gidiyor; Bu adam, kanlı diktatörlerden hesap soruyor; Bu adam mafyayı sallıyor; Bu adam yolsuzlukların üzerine gidiyor falan demedi. Madem kanunsuz bir iş yapıyorsun; cezanı çekeceksin, dedi. Hem de bu kararı bir ay içinde aldı. Ne adamı tutuklatıp 3 yıl içerde yatırdı, ne sabah saat 5’te evinin kapısına dayanıp, bilgisayarlarını alıp götürdü. Ne adamın özel telefon konuşmalarını dosyaya koyup, ona buna servis etti... Ne de, “Sen zarfa değil, mazrufa bak” gerekçesine itibar etti
Artık yeni bir Avrupa içtihadı doğmuştur: Bunun ifadesi de şudur: En yüce idealler, en ulvi misyonlar bile, hukuku ihlalin bahanesi olamaz. Artık kurunun yanında yaş da yanmayacak; Sadece mazrufa değil, zarfa da bakılacak... Hiçbir polis, savcı, yargıç; birisinin veya kendi kendinin ona verdiği “ilahi emre”, “ulvi bir misyona” sırtını verip, kendini “ilahi kudretin kılıcı” saymayacak; kendini “tek ve özel yetkili dürüst”, karşısındaki herkesi darbeci, hırsız, namussuz, Ergenekoncu addedip, aklına gelen her tür hukuksuzluğu yapamayacak. Garzon içtihadı... Herkese bunu anlatıyor. Ve işkence içtihadı kadar kuvvetli bir içtihat bu...