Erkek veya kadın olmanız fark etmez.
Hiç kendinizi, ağır kuralların hákim olduğu, kafanızı evinizin kapısından dışarı çıkaramayacak kadar baskı altında hissettiğiniz çaresiz bir kasaba veya küçük şehir kadınının yerine koydunuz mu?
Koymadıysanız bir koyun bakın neler hissedeceksiniz...
* * *
Şimdi öyle bir sokağın başında duruyorum.
Burası Los Angeles’taki Universal stüdyoları.
Durduğum yerden şöyle bir manzara görünüyor.
Tek veya iki katlı evler.
Hepsinin küçük bahçeleri var.
Burası,
"Çaresiz Ev Kadınları" dizisinin çekildiği sokak.
Geniş bölgenin bir bölümü, Çaresiz Ev Kadınları dizisinin çekildiği sokak haline getirilmiş.
Filmde o kadar canlı, parlak görünen mahalle şimdi iğreti bir dekor gibi duruyor.
Bu sokağın bir ucunda o meydan var.
Öteki ucu ise beni hayretler içinde bırakan bir başka yere açılıyor.
Çaresiz Ev Kadınları’nın sokağından çıkıp iki adım atınca karşınıza, üzerinde
"Motel" yazan iğreti tabelanın altında tek katlı bir kasaba oteli çıkıyor.
Yan tarafında küçük bir tepe ve üzerindeki o tanıdık ve ürkütücü bina duruyor.
Burası
Norman Bates’in moteli.
Anthony Perkins’in
"Sapık" filminin geçtiği mekánlar.
Zaten
Norman Bates, motelin penceresinden size bakıyor.
Yani müstakbel kurbanına...
Ne tuhaf,
Norman Bates, çaresiz kadınların sokağının başını tutmuş bekliyor.
Sanki onlara
"Buradan kaçış yok" diyor.
Gerçi o sokağın kadınlarına çaresiz demek ne kadar doğru bilmiyorum.
Yine de bu komşuluk bana çarpıcı geliyor.
* * *
Kendimi oradan
"Crossing Jordan" dizisinin çekildiği stüdyoya atıyorum.
Burası tam bana göre.
Polisiye roman merakım, adli tıp laboratuvarlarını gözümde çok cazip mekánlar haline getirdi.
Ama hayatımda hiç adli tıp laboratuvarına girmedim.
Kısmet burada, hayali bir laboratuvara girmekmiş.
"Crossing Jordan", son zamanlarda moda olan adli tıp dizilerinden biri.
Küçük bir odadan, salona geçiyoruz.
Burası otopsilerin yapıldığı büyük salon.
Ortada iki masa var.
İkisinin üzerinde de birer kadavra yatıyor.
Üzerleri, başı dışarıda bırakılacak şekilde örtülmüş.
Ölü erkeğin yüzünün çeşitli yerlerinde morluklar var.
Başında derin bir yara görünüyor.
Stüdyoyu gezdiren rehberimiz, birden örtüyü kaldırıyor.
Altından kadavranın çıplak gövdesi çıkıyor.
Göğüs kafesi kesilmiş, iç organlarının hepsi dışarıda.
Etrafa kan bulaşmış; ama rengi kırmızı değil, koyu kahverengi.
Rehberimiz,
"Işıklar yanıp çekim yapıldığında sizler bunu kıpkırmızı kan rengi olarak göreceksiniz" diyor.
Herhalde anladınız, bunlar balmumundan yapılmış maketler.
Üç saatte böyle bir maket hazırlanıyormuş.
Yan odalardaki bazı masaların üzeri ayak-bacak fabrikası gibi.
Her yer maket kadavrayla dolu.
Oradan
Jordan’ın odasına geçiyoruz.
Masasının üzerindeki bir kitap dikkatimi çekiyor.
İslam dini üzerine.
Herhalde bir dizide, Müslümanların karıştığı bir cinayeti çözmeye uğraşırken bunu okuyor.
* * *
Biraz ilerideki bir stüdyoda ise
"CSI" dizisi çekiliyor.
O da adli tıp uzmanlarının cinayetleri çözmesiyle ilgili bir dizi.
Şu sıralar ABD’de benim bildiğim 7-8 tane adli tıp veya FBI dizisi gösteriliyor.
Orada öğreniyorum ki, bu diziler mahkemelerdeki jürileri etkilemiş.
Artık önlerine daha sofistike delillerin getirilmesini istiyorlarmış.
Oysa ben Hürriyet’in CSI yazarı
Sevil Atasoy’a bu filmlerdeki çalışma sistemlerinin ne kadar gerçeklere uyduğunu sorduğumda,
"Önemli bir bölümü hayali" yanıtını almıştım.
* * *
Oradan çıkıp kendimizi bomboş sokaklara atıyoruz.
İki sokak ötede bir meydana geliyoruz.
Rehberimiz
"Burayı tanıdınız mı" diye soruyor.
Elbette tanıyorum, burası
"Back to the Future" (Geleceğe Dönüş) filminin en önemli sahnelerinden birinin geçtiği yer.
Yani belediye binasının tepesinden, sokaktaki bir ağaca elektrik teli çekilip yıldırım çakmasının beklendiği sahne.
Hemen yanı ise
"Sting"in çekildiği sokak.
Hepsi öyle tanıdık ki.
Sanki hayatım hep oralarda geçmiş gibi...
* * *
Şimdi bu sokaklar bomboş.
O binalara dokunduğunuz zaman, hafif malzeme edepsiz bir aktöre dönüşüyor ve yıllanmış hayalleriniz üzerine ağır bir şamar atıyor.
Işıkları yanmayan pencerelerde boşu boşuna kahramanlarınızı arıyorsunuz.
"Blade" filminin son sahnesindeki o Moskova sokağı bütün ürkütücülüğünü, esrarını kaybetmiş, geriye bir taşra tiyatrosunun maketi kalmış.
İster istemez düşünüyorsunuz.
Bu ölü sokaklar nasıl olup da o kadar canlı, renkli hayaller haline dönüştürülmüş?
Acaba sinema, insanın en yaratıcı yanı mı?
İnsanoğlu, bütün bu boş sokaklara hayatı hangi güçle veriyor?
Bunları düşünürken,
Jim Carrey’in
"Bruce Almighty" filminin çekildiği sokağa geliyorum.
Hani Tanrı’nın ona bir süre için kendi gücünü verdiği filmin çekildiği yere...
Cevap galiba bu sokakta veriliyor.
Sinema, Tanrı’nın insana, bir filmlik için bile olsa, kendisinin yerine geçmesine izin verdiği bir meslek olmalı.
Gerçeği Tanrı yaratıyor, hayalini ise insan...