Paylaş
Daha o gün, kazanın olduğu günün akşamı Diana'nın naaşını taşıyan uçak Paris'ten havalanırken, aklıma nedense Edip Cansever'in o muhteşem şiiri geldi.
‘‘Çağrılmayan Yakup...''
O uçakta Dodi'nin naaşı yoktu.
Prens Charles, sadece eski eşini alıp Londra'ya uçmuştu.
* * *
O uçakta neden Dodi'nin de naaşı yoktu?
Acaba ‘‘Asalet mi bunu gerektiriyordu?'' Yoksa Charles bunu erkekliğine mi yedirememişti?
Kendisine ‘‘Boynuzlu'' falan mı derler diye düşünmüştü?
Her ne ise o gün uçakta Dodi yoktu.
Diana'nın cansız gövdesi, dünyanın, saray keyfini çıkararak izleyeceği muhteşem törenin bekleme odasına giderken, onun cansız vücudu bir Paris hastanesinin soğuk morgunda tek başına kalmıştı.
Ve o gece sessizce gömüldü.
Bir ayıp gibi, kaçırılarak, üzerinde güneş batmayan imparatorluğun, sanki özel biçimde ışıkları söndürülmüş bir kenar mahalle mezarlığına bırakılıverdi.
Mahzun Prenses'i bu dünyada mutlu edebilen belki de tek erkek, bunun bedelini derin bir yalnızlık ve ani unutulmuşlukla ödedi.
Ödettirildi...
Çağrılmayan Dodi...
Kraliyet törenlerine, dünya merasimine, evrensel ayine çağrılmayan tek insan.
Mutlu eden erkek.
* * *
Şimdi bu çağrılmayan cansız gövdenin arkasından düşünüyorum.
Ben olsam ne yapardım? Siz olsanız ne yapardınız?
Charles bizim yapabileceğimizi mi yapmadı? Yoksa bizim de yapamayacağımız bir şeyi mi yapmadı?
O zaman bunun prensliği, asaletin yüksekliği nerede?
Oysa bu Mahzun Prenses, İngiliz hanedanına, gelenek denen en kudretli mecburiyetini bile değiştirtecek bir güce sahipti.
Hüznün kudreti, mahzunluğun iktidarı, ilk defa bu kadar çarpıcı biçimde ispatlanmıştı.
Bu genç kadın, ihanete uğramış, ihanet etmiş bir eş olarak ayrıldığı İngiliz Sarayı'nın tepesindeki bayrağı, ilk defa yarıya indirtmeyi başarmıştı.
İngiliz geleneğine, tarihinin en büyük tavizini verdirmişti.
Dünyanın en kudretli kraliçesine, içinden lanetler okutan bu isyankâr genç kadın, sarayın alameti farikası olan geleneğini tarumar ettirmişti.
Diana'nın gücü buydu. Tony Blair'in dediği gibi, o ‘‘Halkın Prensesi'ydi.''
* * *
Ama o bile Dodi'nin naaşını o dört motorlu uçağa bindiremedi.
Çağrılmayan Dodi, bir yaz akşamı, akşamı bile değil, herkesin elini ayağını çektiği bir yaz gecesi gömülüverdi.
Tıpkı bir ayıp gibi karanlıkların sessizliğine terk edildi.
Kraliyet, gücünü hiç olmazsa orada gösterdi. Dodi korkusu, Buckingham'ın tepesindeki bayraktan daha ağır bastı.
Bayrak indi, ama Dodi törene çağrılmadı.
* * *
Acaba Fransızlar olsa ne yapardı?
Kraliçelerinin kafasını kesen Fransızlar olsa, Dodi'yi de o dört motorlu uçağa koyup ikisini birlikte mi getirirlerdi?
Bu soruların cevabını düşünürken, Mitterrand'ın cenaze töreni gözümün önüne geldi.
Fransız bayrağına sarılı tabutun önünde duran o üç kadını yeniden gördüm.
Eşi, metresi ve metresinden olan kızı...
Onlar cenaze töreninde yan yana duruyorlardı.
Orada aşk ve sadakat, devlet ve yerleşik ahlaktan daha güçlü çıkmıştı.
* * *
İki ülke ve iki cenaze töreni.
Biri kraliçesini hâlâ ayakta tutan bir ülke, öteki bundan 200 yıl önce kraliçesinin başını kesmiş bir ülke.
Şimdi birincisi sarayın tepesindeki bayrağı yarıya indirmeyi içine sindiriyor.
Ama, ölmüş bir sevgiliyi cenaze törenine kabul edemiyor.
Öteki ise yaşayan bir sevgiliden bile korkmuyor.
Peki ya siz? Acaba siz hangi ülkenin vatandaşısınız?
Çağrılmayan Yakup'ların mı, yoksa eski sevgililerin bile hazirun cetvelinden hiçbir zaman inmediği bir ülkenin mi?
Sizce asalet hangi tutumu gerektirir?
Paylaş