Paylaş
Geçen cumartesi günü, İskender Iğdır'ın çalıştığı Atlas Dergisi'nin önünde yapılan cenaze törenini arka taraflardan izliyorum.
Bütün arkadaşları orada.
AKUT'çular da orada.
Kimi kırmızı anorakları içinde, kimi günlük kıyafetlerinde.
BABANIN SÖZLERİ
Tören bittikten sonra cenaze tam eller üzerine alınacakken, İskender'in babası öne çıkıp ‘‘Müsaadenizle ben bir şey söylemek istiyorum’’ diyor.
Ve çıkıp kısa bir konuşma yapıyor.
‘‘AKUT'çulara teşekkür etmek istiyorum. Silahlı Kuvvetler'e teşekkür etmek istiyorum. Ben oralarda bulundum. İyi bilirim. Onların fedakárca çabaları olmasaydı, oğlumun cesedini mayıs sonuna kadar oradan çıkaramazdık’’ diyor.
Ama arkasından bir şey daha ekliyor.
Bu defa oğluna sesleniyor.
Belki kelimesi kelimesine tam aktaramayacağım. Ama mealen şunları söylüyor:
‘‘Oğlum sen rahat uyu. AKUT bir elemanını kaybetti. Ama şimdi damadıma söyledim. Sen AKUT'a üye ol dedim.’’
İskender'in babası bu sözleri söylerken oradaki AKUT'çulara baktım.
Hepsinin bu sözlere ihtiyacı vardı.
Böyle bir durumda kendilerinin imdadına yetişecek en etkili kişi o acılı babaydı.
Dağcılık, kan kardeşlik gerektiren bir spordur.
İnsan bir buz dağının tepesinde kardeşini kaybettiği zaman mutlaka suçluluk duygusuna kapılır ve kendine yardım edecek, acısını hafifletecek bir şahit arar.
Kan kardeşin şahidi ise ancak baba, anne, kardeş olabilir.
NASUH'UN ACISI
Törenden ayrılırken Nasuh Mahruki ile sohbet ediyoruz.
Bana anlattıklarını dünkü Hürriyet Pazar'da okudunuz.
Nasuh çok acılıydı.
Kendisine yapılan eleştiriler acısını daha da artırmıştı.
Nasuh sessiz bir çocuktur.
Böyle anlarda sessizlik ıstırap veren bir bumerang haline dönüşür.
Sessizliğiniz, bir çığ gibi üzerinize gelir.
Fatih Altaylı'nın yazdıkları çok ağırına gitmişti.
Ama bu çağ böyle.
En büyük efsaneler bile büyüteç altında. Efsane büyüdükçe, büyüteç de büyür.
İş yapmak isteyen herkes, kamusal eleştiriye hazırlıklı olmak zorunda.
Fatih de eski bir dağcıdır.
Geçmişte, aynı yerden genç cesetler çıkarmıştı.
O, etrafta konuşulanlara ayna tutuyor.
Ben işin bu tarafında değilim.
Ben böyle olayların yeni kuşaklar üzerindeki etkisinin ne olacağını düşünüyorum.
Ve hafızam beni geçen yıla götürüyor.
Geçen yıl, açık deniz yat yarışmalarında iki İngiliz denizci öldü.
Bunun üzerine İngiltere'de, ‘‘Acaba bazı tehlikeli mevsimlerde açık deniz yat yarışları yasaklanmalı mı’’ tartışması başladı.
İNGİLİZ RUHU
O günlerde Londra'ya giderken, uçakta London Times Gazetesi'nin başyazısını okudum.
Times, ‘‘Kesinlikle böyle bir şey yapamazsınız. Çünkü İngiliz macera ruhu işte bu tür fedakárlıkta yatıyor’’ diyordu.
Üzerinde güneş batmayan bir imparatorluk yaratmak kolay değildir.
O ruh olmasaydı ne Kuzey Kutbu, ne Güney Kutbu, ne de Amerika keşfedilirdi.
O çocuklar o dağlara tırmanacaklar.
Bu duygu olmasaydı, o çocuklar enkaz altına girip yaşayan insanları kurtaramazlardı.
O çocukların babaları, tabutlarının başında, ‘‘Bir oğlum ayrıldı, öteki oğlum görevi devraldı’’ deme cesaretini göstermeseydi, ne Vasco de Gama'lar, ne Macellan'lar ne Piri Reis'ler ortaya çıkabilirdi.
YANLIŞ DEDİĞİNİZ
Nasuh, dünkü Hürriyet'te olup biteni bütün açıklığı ile, bütün ayrıntıları ile anlattı.
Buz, bir canavar gibi insanın altından kayarken ne hissedildiğini onlardan daha iyi kimse bilemez.
Böyle anlarda filmi ağır çekime alıp yanlışları tespit etmek kolaydır.
Ama yaşanılan salisenin onda biri kadar zamanda o hayati kararı verebilmek aynı derecede kolay değildir.
Sonunda yanlış dediğimiz şey, göz açıp kapamak kadar kısa bir süre içinde şöyle veya böyle yapmak arasında bir tercih değil midir...
Peki ya o an, size bu tercihi yapma imkánı dahi vermeyecek kadar kısa ise...
En iyisi, zamanımız kahramanlarına bu soruyu hiç sormamaktır.
Paylaş