Paylaş
Mezar taşlarının üzerinde ay-yıldızlı bayrak dalgalanıyor.
Biri Yalova’nın Altınova ilçesinin Subaşı beldesinde.
Öteki Cumhuriyet’in başkenti Ankara’da...
Subaşı’ndaki mezar taşının üzerinde “Kuddusi Okkır” yazıyor...
Bir zamanlar o davanın bir savcısı vardı. Bir de “Savcı yardımcısı medyası” utanmadan günlerce “Ergenekon’un kasası” diye gammazladılar.
Manşetlerinden çarmıha gerdiler...
Milliyetçi duygular taşımaktan başka bir suçu yoktu.
Kasa dediler, ama ne kasa çıktı, ne para...
Ne de bir şey için harcanmış tek kuruş...
Önce kahroldu, sonra kanser oldu...
Bugün rüşvet iddiasıyla gözaltına alınan sapasağlam, gencecik adamlar, yukarıdan gelen bir emirle “Kaçmaz” diye serbest bırakılırken, onun eriyip bitmiş, üç kiloya inmiş terminal safhadaki bedeni “Kaçar” diye ranzasında bırakıldı. Öldüğünde, ailesi cenazesini kaldıracak parayı zor buldu...
***
Ankara Karşıyaka Mezarlığı’ndaki mezar taşının üzerinde Ali Tatar yazıyor.
Türk donanmasının şerefli bir subayıydı.
Darbeci dediler, ıslak imza dediler...
Yetmedi, uyuşturucu kaçakçısı iftirası bile attılar.
Manşetlerden infaz ettiler.. İçeri aldılar, sonra bıraktılar... Savcı yardımcısı medya bastırınca, yeniden almaya geldiler...
Ne kendine yedirebildi, ne de yıllarca görev yaptığı şanlı ordusuna...
Sıktı kafasına ve göçüp gitti.
***
Dün Ergenekon davasından tahliye umutları doğdu. Birçok insan beş yıl süren esaretten sonra dışarı çıkacak.
Ama iki insan var ki, onlar artık hiç tahliye edilemeyecekler.
O sessiz iki mezar, bugün ‘paralel’ diye oraya buraya saldıran pişkin köşe yazarlarından ve o dönemin siyasetçi savcılarından, medyadaki yardımcılarından hiç olmazsa bir özür bekliyor.
***
Dün Ergenekon’dan tahliye haberleri gelirken, o iki insanı yeniden hatırladım.
Ve Necip Fazıl Kısakürek’i açıp o şiiri hutbe gibi okudum:
“Ne hasta bekler sabahı,
Ne taze ölüyü mezar.
Ne de şeytan, bir günahı,
Seni beklediğim kadar.”
***
Bugün o iki mezarın başında bir Fatiha lütfen...
Çünkü o pişkinlerden beklemiyorum...
Türkiye’nin Gulag yıllarında neler oldu hatırlayalım
-İnsanlar sabahları evlerinden alınıp, kameraların önünde aşağılanarak, neredeyse sürüklene sürüklene götürüldü...
-Kendi yakınlarına tek kelime edilmesine bile tahammül edemeyen sözde muhafazakârlar, terminal safhadaki Türkan Saylan’a etmedik hakaret ve küfür bırakmadılar.
-Bu ülkenin yoksul çocuklarını çağdaş değerlerle okutmaktan başka hiçbir amacı, menfaati olmayan bir derneğin sadece çalışanları değil, burs alanları bile fişlendi.
-Ülkenin şerefli subaylarına atılmadık iftira bırakılmadı. Uçakları kalkamaz, gemileri açılamaz duruma düşürüldü.
Beraber ıslandınız o çamurlarda
“ASIL şiirler bekler bazı yaşları...”
Behçet Necatigil’in bu harika dizesini çok severim.
Bir maymuncuk dizedir bu.
Her ruh kapısını açar, her duruma uygularsınız.
Mesela diyebilirsiniz ki:
“Bekler bazı laflar, bazı anları...”
Tıpkı dün, Ergenekon’da tahliyelerin başladığı haberini okuduğum anki gibi...
Bazı insanların yakasına yapışıp haykırmak istiyorum.
Önce Silivri zindanlarında o esaret günlerini yaşayanların adına...
Bir de kendi adıma...
***
Hadi biraz bencillik yapıp, kendimden başlayayım.
Başta Başbakan, arkasında bir vuvuzela korosu, günlerdir çullanıyor. Neymiş, “biz paralel yapılanmaya teslim olmuşuz”.
Neymiş, durmadan yolsuzluklardan, ayakkabı kutularından söz ediyormuşuz da, devleti içinden çürüten “paralel” yapılanmaya tek kelime etmiyormuşuz.
***
İnsaf yahu...
Bugün çıkmış, hiç utanmadan “Ergenekon faciasının sorumlusu paralel yapıdır” diye bağırıyorsunuz.
Peki arkadaş, beş yıldan beri Ergenekon’da, Odatv davasında, Balyoz’da yapılan haksızlıkların üzerine giden kimdi...
Makineli tüfek haline getirdiğiniz dilinizle ve klavyenizle her gün kurşuna dizdiğiniz gazete Hürriyet değil mi...
Balyoz’daki haksızlıkları bir saat ustası titizliği ile inceleyip, tek tek ortaya döken gazeteci Hürriyet’ten Sedat Ergin ve Radikal’den Ezgi Başaran değil miydi arkadaş...
Türkiye’nin ‘Gulag’ı Maltepe'de yatan insanlar adına “Bir milyon mektup” kampanyasını yürüten gazeteci kimdi muhterem?
Bizler o insanlara yapılan haksızlıkları durmadan yazıp çizerken, sizler ne yapıyordunuz?
Sakın bana “Paralel örgütü deşifre ediyorduk” demeyin.
Kimdi o “derin paralel kontra”nın yol arkadaşları...
“Hepiniz oradaydınız ulan...”
Hepiniz oradaydınız ve topunuz birden bizim ne darbeciliğimizi, ne Ergenekonculuğumuzu, ne şuculuğumuzu, ne buculuğumuzu bırakıyordunuz.
***
Bir ayakkabı kutusu patladı, içinden lağımlar akmaya başlayınca, ortaklık bozuldu. Ve birden “paralel kontra”yı keşfettiniz.
Şimdi aynı pişkinlikle Ergenekoncuların Silivri esaretinden kurtuluşunu alkışlıyorsunuz.
Her şey değişmiş ama pişkinlik aynı pişkinlik...
Sahte CD skandalını içine sindiren, 5 yıl boyunca dünyanın en pespaye gizli tanık soytarılarıyla kol kola yürüyen kadınlar ve adamlar şimdi aynı utanmazlıkla bizi suçluyor.
O gün darbeciydik, Ergenekoncuyduk, bugün “paralelciyiz...”
Siz, “ana rahmine haklı düşenlersiniz...”
***
Kardeşim sende hiç mi mantık kalmadı...
Akıl, izan denen şey, beyninin bütün nöronlarından elini ayağını çekti mi.. Vicdan denen o insani duygu senin mahalleni terk mi etti..
Hiç mi sormazsın kendi kendine...
“Bugün paralel örgüt” diye suçladığınız o ne idüğü belirsiz yapılanmanın yaptıklarına karşı darbecilikle suçlanma pahasına mücadele eden bizler nasıl “paralel” oluruz...
Sen değil miydin “O davaların savcısıyım” diye bös bös böbürlenen...
Bak kardeşim, şunu iyice aklına sok:
Tam 66 yıldır tepesinde “Hürriyet” kelimesiyle çıkan bu gazete, bu gazetenin sahipleri, çalışanları...
Biz, ne o gün “darbeciydik”, “Ergenekoncuyduk...”
Ne de bugün “paralelciyiz...”
Siz o dönemin zalim savcısıyken, biz adalet isteyenlerin tarafındaydık.
Ama siz, koronun başındaki ve arkasındaki sizler, dün bal gibi “o paralel örgütün” neferiydiniz...
Beraber yürüyordunuz o yollarda ve aynı çamurlarda ıslanıyordunuz.
Üstünüz başınız çamur içindeydi.
Darbecilik bizim üzerimize oturmadı... Ama dün paralelcilik sizin üzerinize slim fit oturmuştu...
Paylaş