Geçen hafta, bir günlüğüne kaçmak istedim.
Her şeyden, herkesten, her konudan, memleket meselelerinden, ondan bundan, şundan.
Kaçmak duygum öylesine karşı konulmaz bir tutkuya dönüşmüştü ki, o an yazdıklarımın hangi dillere nasıl çevrileceğini, acemi tercümanların bunu nasıl nakledeceğini hiç hesaplayamadım.
Berbat ettim, yüzüme gözüme bulaştırdım.
Bir kere daha anladım ki, yazmanın ucu kaçınca, okumanın ucu da kaçıyor.
Oysa o yazıyı yazarken ben nerelerdeydim bir bilseniz.
* * *
Durum şöyleydi.
Bir gece önce
Jules Massenet’nin
"Manon" operasını seyretmiştim.
Anna Netrebko oynuyordu.
Bu güzel soprano, hamileydi ve bu sondan bir önceki performansı olacaktı.
Ondan sonra uzun bir hamilelik iznine çıkıyordu.
Papa’nın,
Anna Netrebko’nun Vatikan için söylemesine neden karşı çıktığını anlamamıştım.
Manon’u seyrederken bu sorunun cevabını aldım.
Çünkü
Netrebko, meydan okuyan bir kadın.
Anladım ki, sadece Müslümanlık değil, başka hiçbir din,
"meydan okuyan kadını" sevmiyor.
Manon bildiğimiz klasik operalardan çok farklı.
Konusu yakın bir zamanda geçiyor, oyuncuların kıyafetleri, bugünkülere yakın.
Kadınlar, öyle belleri acayip sıkılmış elbiseler giymiyor. Uzun etekleri aşağı doğru kloş şeklinde inmiyor. Bir de bu oyunda
"kadın" var.
İsteyen ve istediğini elde eden bir kadın.
Opera deyince aklımıza hep şişman kadınlar, çember sakallı şişman, göğsü acayip kuşlar gibi ileri fırlamış erkekler gelirdi.
Oysa bu oyunda
Anna Netrebko var.
Güzel, gerçekten güzel bir kadın.
Operada aşk vardır, fettanlık vardır da şehvete o kadar rastlanmaz.
Oysa
Manon’un neredeyse dörtte biri, yatakta geçiyor.
İkinci sahne açıldığında, bir Paris odasında yatakta çıplak iki insan görüyorsunuz.
Soprano ve tenor yatakta yatmaktadırlar.
İkisinin de üstü çıplaktır.
Hayatımda ilk defa sahnede, üzerinde sadece bokseri bulunan bir tenor görüyorum.
Öyle adaleli bir adam değil, ama basbayağı normal, güzel bir erkek.
Ne göbeği var, ne de acayip kuş gibi şişmiş göğsü.
* * *
Anna Netrebko ise altında bir slip ve üzerinde kısa bir kombinezonla görünüyor.
İtiraf edeyim, bacakları, eteklerinin altında hayal ettiğim kadar güzel değil.
Çıplak soprano yine de baştan çıkarıcı.
Oynarken yüzüne, vücut diline bakıyorum.
Her şeyi normal karşılayan, kadının en güzel halini, yani çıplaklığını, sanatın hiçbir sansürüne tabi tutmayan bu kadını hayranlıkla izliyorum.
Demek ki her şey gibi, sanatların en klasiği opera bile hayatın çağrısına lakayt kalamıyor.
Varsın
Papa gözlerini kapasın.
Orada kapanan bir çift göz, eminim dünyanın orasında burasında milyonlarca gözü açıyor.
Hem de faraş gibi açıyor.
Manon, operaların belki de en pop olanı.
Ama bu operanın, insanı baştan sona hiç sıkılmadan dinleten muhteşem bir hercailiği var.
Bu yanıyla da tam bana göre.
* * *
Ertesi gün ise
Albertin Sarayı’nda
Monet’den
Picasso’ya, oradan
Magritte, Miro, Kokoschka’ya kadar muhteşem bir sergiyi gezdim.
Sonra bir de geriye dönüp, geride bıraktıklarıma baktım.
Neler konuştuğumuzu, neler tartıştığımızı düşündüm.
Bokser giyemeyen erkekleri, slipini rahatça sergileyemeyen kadınları bir kere daha düşündüm.
O gün yazdıklarım, işte bu ruh halinin ateşli sayıklamalarından ibaretti.
Sonra her şeyi geride bırakıp ülkeme döndüm.
Ne göreyim...
Döndüm ki döndüğüm yerde değilim...