Paylaş
Hayatı ne pahasına olursa olsun yaşamaya azmetmiş insanlar için afrodizyak bir cümle...
İnsanın, “Keşke bir fırsat çıksa da kullansam” diyeceği cinsten...
Gelgelelim benim şu mendebur muhayyilem, bu cümleyi alıyor, eviriyor, tersine çeviriyor ve şöyle tercüme ediyor.
“Türkiye’nin kendini demokrat zanneden bazıları, işte aynen bunu yapıyor...”
Yani doğru olanı yapmadan önce, biraz daha yanlış yapmaya devam ediyor...
* * *
Herkesin Avrupa Birliği’ne olan inancının dip yaptığı bir sırada sanki bir mucize gerçekleşti.
Türkiye ile Avrupa arasında kesilen tam üyelik müzakereleri 5 Kasım’da yeniden başlayacak.
O görüşmeler başladığında Avrupa ile ilişkilerden sorumlu bakanımız, son ilerleme raporunun sadece bazı reformları öven sayfalarını değil, yerin dibine batıran sayfalarını da okumak zorunda kalacak.
Çünkü Avrupa Birliği’ne tam üye olmak için yapılması gereken şeyler orada açık ve net ifadelerle yazıyor.
Bunlar salı gününü kâbusa çeviren Meclis konuşmalarında bol keseden atılan “ileri demokrasi” nutuklarıyla açılacak sayfalar değil.
X, Q, W, özgürlük demagojileriyle halledilecek meseleler hiç değil...
Gerçek bir demokrasi gerekecek.
Hür medyasıyla, ifade özgürlüğüyle, haddini bilen polisiyle, sahte CD’lere, pespaye gizli tanıklara itibar etmeyen hakimleriyle, sanıkların lehindeki delilleri de toplayan savcılarıyla, gerçek bir demokrasi ve hukuk devleti gerekecek.
Son sözüm şu:
İslami referansla siyaset yapan muhafazakârlar da demokrasiyi öğrenecek. Ve onlar şanslı.
Çünkü demokrasiyi bu ülkenin solcuları ve milliyetçileri gibi dayak yiye yiye değil, AB ile müzakerelerde bölüm başlığı aça aça öğrenecekler.
Muhafazakârlar da demokrasiyi öğrenecek
TÜRKİYE’nin “milliyetçileri, Türkçüleri” ilk dayağı 1940’lı yıllarda “Tabutluk” denilen zindanlarda yedi.
İkinci dayak 12 Eylül’de geldi.
Demokrasinin ne olduğunu oralarda biraz öğrendiler.
İhtilalle, devrimle iktidara gelme sevdasındaki “Türk solcuları” tek parti döneminde de, çok parti döneminde de, merkez sağ hükümetleri döneminde de, askeri darbelerde de hep dayak yedi.
Bugün toplumda en demokratik hakları savunan, hatta bu uğurda AK Parti ile de yol arkadaşlığı, yoldaşlık yapanların büyük bölümü, demokrasiyi böyle dayak yiye yiye öğrenen insanlardır.
* * *
İslamcılara gelince...
Bana hiç öyle çok eziyet çektik falan demesinler.
Uzun süre siyasetin dışında, kenarında sessizce durdular.
Ama ne 27 Mayıs’ta, ne 12 Mart’ta, ne de 12 Eylül’de solcular ve milliyetçiler kadar dayak yemediler.
Onların sıkıntılı günleri 28 Şubat dönemiydi.
Bazıları işlerini kaybetti.
Amae cezaevlerine atılan, yıllarca tutuklu kalan, oralarda hayatını kaybeden, düzmece CD’lerle, pespaye gizli tanıklarla cezaevlerinde çürütülen İslamcı yoktu veya çok azdı.
Elbette o da feci bir şeydir ama neticede kaybettikleri tek şey sadece işleri oldu...
* * *
Yine de şunu gördüler.
Demokrasi ve o demokrasinin coğrafyası olan Avrupa Birliği onlar için de en güvenli coğrafyadır.
Tam üyelik müzakerelerini başlattıkları zaman, hepimiz büyük coşkuyla alkışladık.
O gece sevincimizden ağladık.
Sonra iktidar günleri geldi...
Gücün baştan çıkaran kokusunu aldılar.
Güç bozdu. Yapılanlar, 28 Şubat’ta yapılanları mumla aratır hale geldi.
Ve bu aşırı güç, aşırı yanlışları da beraberinde getirdi.
İçeride demokrasi, insan hakları, adalet, ifade özgürlüğü derin yaralar alırken, dışarıda kibirli ve emperyal bir Osmanlıcılık aldı yürüdü.
Ve bugün içte ve dışta şahane yalnızlığa geldik.
* * *
Ama bu bütün dünyada sandıkla işbaşına gelen İslami siyasetin ortak hastalığı.
Bütün dünya daha geniş bir demokrasiye gitmeye çalışırken, hayat tarzlarını özgür bırakmaya uğraşırken, İslami siyaset tam aksi yönde gitmeye çabalıyor.
Ama bu böyle gitmez...
21’inci yüzyılda bu sürdürülebilir bir şey değildir.
Onlar da öğrenecekler...
* * *
Paul Newman “Blaze” adlı filmde Amerika’nın bir eyaletinde seçimle işbaşına gelmiş çılgın bir valiyi canlandırıyor.
Epey yaşlıdır ama genç bir striptizci kadınla ilişkisi vardır.
Bir gün partili arkadaşları ona “Bu kadın sana zarar veriyor” dediklerinde şu cevabı verir?
“Bana o kadın değil, ilerici fikirlerim zarar veriyor.”
* * *
İlk yazıda anlattığım birinci film muhafazakârların, ikinci film ise benim durumumu anlatıyor.
Yani onlar doğruları yapmadan önce son yanlışlıkları yapmaya devam ediyorlar.
Bense bazı ileri görüşleri önceden ve biraz da patavatsızca söylediğim için zarar görüyorum.
Paylaş