Paylaş
Cuma gecesi saat 23.00... İstinye'nin arka taraflarında bir mahalledeyim. Kanal 7'nin stüdyosunu arıyoruz.
Ahmet Hakan Coşkun'un ‘‘İskele Sancak’’ programına katılacağım.
* * *
Bu semte ilk defa geliyorum.
Semte değil, ama beni davet eden televizyon kanalına karşı, biraz da kendime mani olamadığım bir ‘‘önyargıyla’’ gidiyorum.
Türkiye çok sert ve kırıcı bir dönemden geçti.
Bu dönemde, insanlar ve kurumlar ‘‘kendilerine rağmen’’, kendilerini karşı kamplarda buldular.
O kamplardaki mevzilerimizden görünen karşı taraf neredeyse düşman bir bölgede kalıyordu.
O günlerde rahmetli Yavuz Gökmen, Kanal 7'de bir programa çıkıyordu.
Çoğumuz, durmadan bizim aleyhimize yayın yapan bu televizyonda bizden bir arkadaşın ne işi var diye düşünüyordu.
O günün koşullarında belki de haklıydılar.
Ama yine de ‘‘içimden bir ses’’, bir arkadaşımızın o kanalda programa katılmasının hepimize gerekli bir köprü olabileceğini söylüyordu.
O günlerde çevremdeki çoğunluğu değil, içimdeki sesi dinledim.
Yavuz Gökmen'e programlara katılması için izin verdim.
Cuma gecesine dönelim.
Kanal 7 binasının önündeyiz. Mütevazı bir bina.
Stüdyo biraz ilerideymiş.
Program oradan yayınlanacakmış.
Oraya gidiyoruz. Kapıda sıcak bir karşılama buluyorum.
Yıllarca ‘‘karşı kampın’’ taarruz çıkış hattı olarak gördüğüm bir kanalın kapısındaki sıcaklık, içeride de devam ediyor.
* * *
Çaycısından kapıdaki güvenlik görevlisine, kameramanından stüdyo sorumlusuna kadar, işini mütevazı şartlarda, ama düzgün biçimde yerine getiren sıcak insanlar buluyorum.
Etraf sanıldığı gibi çember sakallılarla ve kara çarşaflılarla kaplı değil.
Makyajımı blucin giymiş sempatik bir genç kız yapıyor.
Personelinin yüz hatları, toplumun hemen her kesiminde rastladığımız muhafazakár insanlardan farklı değil.
* * *
O gece orada dört saate yakın bir zaman geçirdim.
İlk yarım saatin sonunda, kendimi içine kapattığım ‘‘önyargılar bunkerinden’’ çıkıp dolaşmaya başladım.
Program sırasında karşımda fevkalade iyi hazırlanmış, kendinden emin, karşısındakine saygılı bir televizyoncu vardı.
Yanına ciddi bir sosyolog olan Prof. Dr. Ergün Yıldırım'ı almıştı.
Bütün kitaplarımı okumuşlar. Satırların altı çizilmiş.
Altı çizili o satırlar program boyunca karşıma bir vicdan aynası gibi dikildi.
Beni zor duruma sokacak sorular sordu.
Bundan 15 yıl önce yazdıklarım titizlikle hazırlanmış, ama nezaket sınırını bir milim bile aşmayan bir iddianame halinde önüme kondu.
Zaman zaman zorlandım.
Çok zorlandım.
Değişimin zaruri sınırlarını aşan bir değişikliği görmenin, iğne gibi bir yerlerime battığı saniyeler geçirdim.
O anlarda, rahmetli Sabri Ülgener'in ‘‘Zihniyet Analizleri’’ imdadıma yetişti.
O günlerde yazdıklarım, bir dönemin fotoğrafı olarak kabul edilmeliydi. Hızla değişen bir dünyada, teknolojinin en hayalperestlerimizi bile hayalgücünden yoksun sığ düşünceli insanlara dönüştürdüğü bir çağda, yanılmanın, depasse olmanın affedilir bir tarafı vardır diye düşünüyorum.
Sonunda, ‘‘Ben demiştim’’ deme hakkına gerçekten sahip olanlar tarafı o kadar tenha ki...
O gece üç buçuk saate yakın konuştuk.
Kendimi anlatmaya çalıştım.
Hatalarımı mümkün olduğunca saklamamaya, en azından izah etmeye çaba gösterdim.
* * *
Ve gördüm ki, insan, Hürriyet gibi bir devin tepesindeki o kamusal koltukta oturduğu zaman, yeni doğmuş balık yavruları kadar şeffaf oluyor.
İsteseniz de istemeseniz de içinizdeki bütün organlar, bu transparan gövdenin içinde apaçık görünüyor.
Paylaş