Paylaş
Oruç tumuyorum diye, ramazanla ilgili şu duygumu yazmaktan geri duramayacağım.
Ne deniyordu bize küçüklüğümüzden beri...
“Ramazan sevgi aydır...”
Özeli, resmisi bütün televizyonların bonkörce yayınladığı şu Erdoğan’lı iftar sofralarına, davetlerine bir bakın...
Hani nerede o sevgi...
Güya arkadaşlarını uyarmışlardı, söz vermişlerdi, iftar yemekleri artık şaşaalı olmayacaktı...
Ne olmayacak, tam aksine giderek 1930’larda Avrupa’da gördüğümüz o kitlesel siyasi gösterilere dönüştü.
* * *
Antalya’daki iftarın kuşbakışı videolarını seyrettim.
Vallahi Çırağan’daki en zengin düğünler bile yanında mütevazı bir kına gecesi gibi kalır.
Bir de o iftar konuşmaları...
Salı konuşmalarından bitap düşmüştük, o nefret dolu belagat şimdi iftar sofralarında yakaladı bizi...
İyi bir Müslümansanız...
İnançlı bir insansanız...
Ramazan ayının insanları kardeşlikle birbirine yaklaştıran bir ay olduğuna inanıyorsanız, lütfen o gecelerin videolarını kendiniz de seyredin ve bir düşünün...
Ramazan ayı bu kadar düşmanlığı, kutuplaştırmayı, belagat şiddetini ve şehvetini kaldırır mı...
* * *
Çocukluğumda yıllarca babamın iftar sofrasına oturdum...
Cuma ve bayram namazlarına gittim...
Yemin ediyorum bu kadar irkiltici iftarlar hiç görmedim...
Bu, benim bildiğim, tanıdığım ve sevdiğim bir ramazan görüntüsü değil...
Kimse kusura bakmasın.
Samimi bir soru: Erdoğan’a haksızlık ediyor olabilir miyiz
2007 yılına kadar Başbakan Erdoğan’ın yaptıklarını takdirle izledim.
Siyastteki açıksözlülüğünü, cesaretini, ekonomi konularında popülizme taviz vermeyen duruşunu, demokratikleşme konusundaki sözlerini sevdim.
Sonra bir şeyler oldu...
Bazen kendime soruyorum.
Acaba o mu değişti, yoksa ben mi...
* * *
Dört gündür denizlerdeydim... Adriyatik’i geçtim, açık denizler yaptım.
Türkiye’den haberleri izlemedim...
Sakinleştim.
Sakinleşince de ihmal ettiğim, ertelediğim bazı soruları kendi kendime sordum.
Acaba Başbakan Erdoğan’ı anlamak için yeterince gayret sarf etmiyor muyum?
Çalıştığım kuruma, gazetecilere yapılan haksızlıklar bende bazı önyargıların oluşmasına mı yol açtı...
Bu önyargılar kemikleşerek, artık geri dönülmez bir düşmanlığa mı dönüştü...
* * *
Allah’ın bana verdiği en güzel duygunun, kin tutmamak, düşmanlık beslememek olduğuna inanıyorum.
O yüzden kin tutan, nefret sürdüren, içindeki intikam ateşini hiç söndürmeyen insanları anlamıyorum ve onlardan korkuyorum.
Cumhurbaşkanlığı seçimini bekliyorum...
Kendi kendime karar verdim. Onu anlamaya çalışacağım...
İçimdeki duyguların sübjektif bir kızgınlık mı, yoksa gerçekten doğru tepkiler mi olduğunu öğrenmeye çalışacağım.
Umarım bir gün Erdoğan da düşman gibi gördüğü ve her gün denize dökmeye çalıştığı insanlar hakkında benim gibi bir değerlendirme yapar.
Hepimizin buna ihtiyacı var...
Beş danayla dört gün aynı teknede yaşamak nasıl bir şey
YELKENLİ bir teknede 5 erkektik.
En gencimiz 55, en yaşlımız 70 yaşındaydık.
Hepimiz de alanlarında başarılı sayılan insanlardık.
Hepimizin de bir gustosu, zevki, modernitesi vardı.
30 saatten fazla deniz yaptık. Bazen fırtınanın eşiğindeki denizlerde, bazen sakin sularda seyrettik.
Güzel yemekler yedik, sohbetler ettik.
Bol bol güldük, mavra yaptık. Olabilecek en büyük keyifti yani...
Ama yine de söyleyeyim...
Dört erkekle dört gün aynı tekne...
Beşinci gün çıkar mıydı bilmiyorum...
Diyeceğim, gemide kadın yoksa, en büyük arkadaşlıklar bile, arada bir ayağını karaya basmalı...
Neyse ki ona da vaktimiz vardı...
Yıllar önce Fellini’nin erkek arkadaş grubunu anlatan filmini seyretmiştim.
Türkçeye “Aylaklar” diye çevrilmişti. Bense “Danalar” kelimesini tercih ediyordum.
Öyle bir dana seyahatiydi ve acayip keyif aldım...
Dana adaylarına altın öğütler
EY dana adayı, erkek arkadaş grubuyla aynı teknede dört gün gezeceksen...
- Asla siyaset konuşma, mutlaka kavga çıkar.
- Kadın meselesini konuşmak kaçınılmazdır ama bil ki, açık saçık fıkra anlatmanın modası geçti.
- Yaşın 50’yi geçmişse, denizden çıkar çıkmaz üstüne bir şey giy. Yoksa vücut defoları anında ortaya çıkar.
- Akşamüzerinden önce kötü ışıkta asla üstün çıplak görünme, flaşla fotoğraf çektirme. Mümkünü yok iyi görünmezsin.
- Böyle gezilerin en iyi tarafı şudur: Öyle olmasa bile arkadaşlarından daha iyi durumda olduğun veya onların da en az senin kadar kötü durumda olduğu duygusuna kapılırsın, moralin düzelir.
- Kilo almak kaçınılmazdır. Kendini rahat bırak, dönüşte disipline girersin.
- Sakın sandalet giyme. Öteki dört kişi pusudadır ve anında dalga geçmeye başlarlar.
- Teknede kadın yoksa, giderken valizini doldurma. Çünkü aynı tişörtü iki gün giyebilirsin.
- Teknenin rotası, denize çıkıp çıkmama gibi konulardaki tartışmalara asla katılma. Yoksa ertesi gün yaşanacak deniz yorgunluğu ve stresinin bütün yükü üzerine kalır.
- Geceleri kamarada uyuyamazsan hemen güverteye çık. Mutlaka senin gibi uyuyamayan en az bir arkadaşın daha vardır.
- Denizden sonra yaş ayaklarla teknenin salonuna girme. Ev sahibini hem kızdırır hem üzersin.
- Karaya çıktığınızda, hemen gruptan kop, beş danalık sürü halinde dolaşma. Danalık anında mandalığa dönüşür.
- Güzelim teknenin mutfağında dana kavurma yapmaya kalkma. Yapılmışsa bile ona zarif bir isim bul. Mesela, “Anadolu usulü Kalabriya sote” falan de.
Pantolonun altına sandalet giyilmez mi
DÜN Instagram’a Taormina’da çektirdiğim bir fotoğrafı koydum.
Renkli bir dükkânın önünde oturmuşum.
Altımda blucin var ve ayaklarıma sandalet giymişim.
Koymaz olaydım. Yemediğim fırça kalmadı.
1970’li yıllarda kucağımda Gülümsün’le çektirdiğim bir fotoğraf var. Yine blucin ve sandaletle.
O yıllardan beri çok hoşuma gidiyor. Bana sanki modernite ve özgürlüğün sembolü gibi görünüyor.
Bu arada bazı takipçilerim ise şortla olabileceğini ama blucinle olmadığını yazdılar.
Ben ısrarlıyım.
Blucin ve beyaz pantolonla da sandalet çok güzel gidiyor...
Ne dersiniz?
Arıza bende mi...
Paylaş