Paylaş
Geçen cuma günüydü. Yani önceki gün...
Ayakkabılarımı çıkardım, sırf o faşistin bastığı kumun bende nasıl bir etki bırakacağını hissetmek için...
Tahmin ettiğim gibi, derin bir tiksinti verdi sadece...
*
Bundan tam 75 yıl önce dünyanın tanıdığı en pis iki faşistten biri işte tam burada, bu kumların üzerinde yürüyordu...
Hem de bir sürgün olarak...
1943 yılının temmuz ayıydı.
Mussolini iktidardan düşmüş ve bu adaya sürgün olarak gönderilmişti.
Adanın adı Ponza...
Napoli’ye 46 kilometre uzaklıkta, Tiren Denizi’nin ortasında bir ada.
Daha çok İtalyanların geldiği çok güzel bir ada burası.
Meşhur Ponza taşlarının çıktığı yer. İki gün boyunca adada dolaştım.
*
Mussolini’yi hâlâ hatırlayanlar var.
Yaşlı bir kadın, Mussolini’nin adada polis gözetiminde yaşadığı sürgün günlerinde, beyaz bir boksör külodu giyip adanın bu plajında dolaştığını anlatıyor.
Hatta o boksör külodu ile adalelerini kasıp annesini tavlamaya çalıştığını anlatıyor.
Dönemin bazı yaşlıları onun için “Tam bir Latin âşıktı” diyorlar.
*
Bu pis faşisti, beyaz boksör donu içinde düşündüm...
İçimden gülmek geldi ama gülemedim.
Ama o plajda bir başka şey daha aklıma geldi.
İtalyanlar Habeşistan’ı işgal edip Haile Selassie’yi esir alınca, Mussolini onu bu adada tutmuştu.
Amacı bir Roma imparatoru olup onu merasimle Roma’ya getirip halka teşhir etmekti.
Haile Selassie 1938’den 1943’e kadar o adada sürgünde kaldı.
Kaderin tecellisine bakın ki, o ayrılırken, adaya gelen yeni ünlü sürgün onu oraya getiren Mussolini olacaktı.
*
Ama yine de bu pis faşistin bir hakkını da teslim edelim.
Partizan İtalyanlar onun da yaptığı iyi bir şeyin olduğunu, trenleri zamanında kaldırdığını söylüyorlar.
Ama hemen arkasından ekliyorlar.
“Tek iyi şey...”
KOMÜNİST GULAG’I: FRANCO ROSSİNİ’NİN PEŞİNDEN GİTTİĞİM ADADA GÖRDÜĞÜM
1973 yılında Marco Leto’nun “Villeggiatura” (Sayfiye) filmini seyrettiğimde 26 yaşında solcu bir doktora öğrencisiydim.
Film, faşizm döneminde “Mussolini’ye bağlılık yemini” etmeyi reddeden Franco Rossini adlı genç bir komunist öğretim üyesinin bir adaya siyasi sürgüne gönderilmesini anlatıyordu.
Bu adanın neresi olduğunu bir türlü öğrenemedim.
Ama nedense aklımda bu adanın Santo Stefano olduğu gibi bir duygu kaldı...
Aradan 43 yıl geçti ve ben dün işte o adadaydım...
Faşizmin siyasi sürgüne gönderdiği insanların kim bilir ne acılar çektiği bir ada...
Dik kafalı kadınların sürgüne gönderildiği adadan iki adım ötede...
Orası da dik kafalı siyasilerin sürgüne gönderildiği yer.
Orada da ayakkabılarımı çıkardım...
Musollini’nin çıplak ayakla dolaştığı Ponza plajlarının aksine burası benim için saygı duruşu mahalliydi.
Adada dolaşırken sadece genç komünist Franco Rossini gibi hayali bir siyasi kahramanı düşünmedim.
Altiero Spinelli’yi de hatırladım tabii mi...
Santo Stefano 1797 yılında Bourbon Hanedanı tarafından kurulmuş, kaçması mümkün olmayan bir kale hapishane...
99 Hücresi var. 600 mahkûm kalabiliyormuş.
Buranın en ünlü siyasi mahkûmu, 1927 yılında 15 yıl hapse mahkûm edilen bir komünist.
Adı Altiero Spinelli...
1941 yılında Mussolini döneminde Santo Stefano hapishanesine getiriliyor.
Burada Ernesto Rossi adlı bir başka siyasi mahkûmla birlikte, sigara kûğıtlarının üzerine “Ventetone Manifestosu”nu yazıyorlar.
Özgür ve birleşik bir Avrupa idealinin ilk belgesi kabul ediliyor.
Spinelli öldükten sonra bu adaya gömülmek istedi.
İki yıl önce Almanya Şansölyesi Angela Merkel, Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande ve İtalya Başbakanı Matteo Renzi bu adada bir araya gelerek Avrupa’nın geleceğini konuştular.
Tabii Spinelli’nin adadaki mezarına gidip çiçek koymayı ihmal etmediler.
“Sayfiye” filminin sonunda, beni buraya getiren kahramanım Franco Rossi bir gece denize giriyor ve karaya doğru yüzmeye başlıyordu.
Dün işke o sahilde oturup uzun uzun düşündüm...
Franco Rossi o sabaha karşı acaba özgürlüğe doğru mu kulaç atmaya başlamıştı...
Yoksa ölüme mi...
Neticede her ikisi de onurlu bir insanın pis bir faşizme direnmesi değil midir...
Eminim o sabaha karşı o da aynı şeyi düşünmüştür.
ALDATAN EŞLERİN GULAG’I: DİK KAFALI KADINLARIN SÜRÜLDÜĞÜ ADALAR
İTALYA’nın Tiren Denizi’ndeki üçüncü günümde yolculuğum zorunlu bir sürgün olarak Ventotene Adası’na yöneliyor...
Boksör külotlu faşistin zamparalık sürgününden sonra şimdi beni daha hüzünlü bir sürgün hikâyesi bekliyor.
Bu defa “dik kafalı kadınların” sürgün edildiği “Kadın Gulag” takımadasına gidiyorum.
*
Ponza Adası’na 42 kilometre uzaklıktaki bu adanın hikâyesi daha ilginç.
Burası karısı, sevgilisi tarafından aldatılan veya kızları kocalarını aldatan Roma imparatorlarının kadınları sürgüne gönderdiği ada.
İlk ünlü sürgünü, imparator Julius Claudius’un dik kafalı kızı tadıyor.
Suçu, babasının istediği adama değil, gönlünün çektiği erkeğe gitmek.
Daha sonra Augustinus kızı Julia Caesiris’i bu adaya sürgüne gönderiyor. Julia’nın annesi de gönüllü olarak 5 yıl boyunca adada yaşıyor. Daha sonra Tiberius, Augustinus’un torunu Agripinna’yı aynı adaya yolluyor.
Agrippina’nın kızı Julia Livilla ise iki defa aynı adaya gitmek zorunda kalıyor. Birinde kardeşi Caligula gönderiyor, ötekinde amcası...
Sonra sıra Neron’a geliyor...
Roma’yı yakan adam önce kendisini aldattığını öğrendiği karısı Claudia Octavia’ı Ventotene Adası’na gönderiyor.
Ama hırsı geçmeyince bir süre sonra onu orada öldürtüyor.
*
Ama Allah için haklarını da teslim edelim...
Sürgüne gönderdikleri eşleri ve kızları için orada malikâneler inşa ettirmiş, hatta taze balık yesinler diye özel balık havuzları bile yaptırmışlardı.
O havuzlardan birine girip yüzdüm bile...
DÜN BİR DE GİDEMEDİĞİM DEGENERATO ADASI VARDI
-1938 yılı...
İtalya’da faşistlerin botlarını iyice cilaladıkları yılların ortaları... Mussolini’nin “Faşizm viril bir rejimdir” dediği yıllar...
İtalya’yı güçlü erkeklerin memleketi ilan ediyor...
İşte o yıl bir gece 38 eşcinsel evlerinden alınıp bir adaya sürülüyor.
Çıkarılan kanunda bu insanların resmi sıfatı “Degenerato”dur.
Yani dejenereler... Siyasi mahkûmların denizi Tiren Denizi’dir.
‘Degenerato’lar ise Adriyatik Denizi’ndeki Tremiti Takımadaları’na gönderilir.
Dün adalar günü yaptım.
Ama bu farklı ada, Kıta İtalyası’nın öteki tarafındaydı...
Gidemedim.
O ADADAN BİR TARİH DERSİ
SAN Stefano Adası’nda bir de şunu öğrendim.
İtalya’nın eski Cumhurbaşkanı Pertini de Mussolini’nin faşizm döneminde bu hapishaneye gönderilmiş.
O binaya bakarken şunu düşündüm.
Demek ki bir dönemin siyasi mahkûmu, başka bir dönemin halk kahramanı olabilirmiş.
Dünyanın bütün hapishanelerindeki siyasi mahkûmları yaşatan duygu da bu olmalı herhalde...
BAŞIMIZI ALIP GİTMEMİZİ KİM ALLAK BULLAK ETTİ
CONDE Nast Traveller dergisi, bu ay çıkardığı özel sayıda, “Seyahat etme alşıkanlığımızı değiştiren 50 insan”ı seçmiş.
Diyor ki bazen dünyaya nasıl baktığımızı, başka bazı insanların dünyaya nasıl baktığı etkiler.
Kim bu insanlar?
*
- BİR numaraya çok sevdiğim film yönetmeni Wes Anderson’u koymuş.
Darjeeling Limited filminde anlattığı Hindistan...
“Grand Budapest Hotel”de anlattığı sanki çok gerçekmiş gibi duran gerçeküstü bir Orta Avrupa...
“Moonrise Kingdom”da anlattığı biraz ütopik ada... Ve yaz kampı duygusu...
Çok doğru bir tespit...
*
- İKİNCİ sıraya dünyanın bir numaralı şefi Massimo Bottura’yı koymuş...
Onun Modena gibi Türkiye için kasaba sayılacak bir yere kurduğu restoranı, yeme içme kültürü ve ibadetinin hac merkezi haline geldi.
*
- ÜÇÜNCÜ sıraya Leonardo DiCaprio’yu koymuş...
“Titanik” filminin bize buzdağlarını keşfettirdiğini anlatıyor...
Ama bize asıl keşfettirdiğini söylediği şey ise yeşil bir dünya...
*
- SEKİZİNCİ sıraya koyduğu insan ise Kevin Systrom...
Kimdir o derseniz...
Instagram’ı kuran iki gençten biri...
Şöyle bir düşünün...
Son 10 yılda Instagram’ın hayatımızı nasıl değiştirdiğini düşünün...
*
Gerçekten iyi bir liste olmuş...
BENİ DÜNYANIN ÖBÜR UCUNA GÖTÜRENLER
CONDE Nast Traveller’ın listesine bakınca ben de kendi listemi düşündüm.
- BİR: GEOFFREY FIRMIN: “Yanardağın Altında” filminde Albert Finney’ın canlandırdığı karakter...
1984 yılında bu filmi seyrettiğimde Meksika’nın ‘Ölüler Bayramı’na gitme kararı aldım.
2017’de gidebildim.
- DR. HENRY WALTON JONES: “Indiana Jones” filminde Harrison Ford’un canlandırdığı karakter.
1980’lerin başında bu filmleri seyredince arkeoloji ve inançların peşine düşmeye karar verdim.
Bu yıl kitabını yazıyorum.
- ERNEST HEMINGWAY: Romanları, dik kafalı ve çok şahsi gazeteciliği beni onun gittiği yerlere götürdü...
Key West, Küba, İspanya...
Onun ayak izleriydi.
Onun gibi, barlarda kavga çıkarıp dayak yemeyi bile istediysem de başaramadım...
- MUSTAFA TAVİLOĞLU (MUDO): Bana
adalara gitmeyi ve oralarda günlük hayatı yaşayıp arkadaşlıklar kurmanın nasıl güzel bir duygu olduğunu öğretti.
Paylaş