Paylaş
Bir bahçe çitine hafifçe yaslanmış.
Üzerinde incecik, neredeyse ip gibi, askılı, yazlık bir elbise var.
Daralan bel kısmı, olağanüstü göğüslerini ve kalçalarını iyice ortaya çıkarıp; örtülü teşhirin ne kadar çekici bir şey olduğunu ispat ediyor.
Elinde pembe bir karanfil tutuyor ve bedeninin olağanüstü güzelliğini beş kat agrandize eden saf bir ifadeyle bana bakıyor.
Bu kadın Marilyn Monroe.
Sinema tarihinin belki de en büyük efsanesi.
Çitin arka tarafında ise flu bir erkek görünüyor.
Kadınla ilgili değil, çiçek topluyor.
O da Arthur Miller.
“Satıcının Ölümü” kitabının büyük yazarı.
Bu büyük yazarın o “aptal sarışının” yanında ne işi var diye soran olabilir.
Oysa zaman bize, asıl bu soruyu soranların “aptal birer ukala” olduğunu kanıtladı.
* * *
12 Ekim’i sabırsızlıkla bekliyorum.
Çünkü o gün Marilyn Monroe’nun “mahrem yazıları” yayınlanıyor.
On yedi yaşından itibaren tuttuğu notları okuyacağız ve birçok insan tarafından “aptal sarışın” diye nitelenen bir kadının saklı bahçesindeki olağanüstü entelektüel derinliği keşfedeceğiz.
Bir “aptal sarışın” düşünün ki; 26 yaşında James Joyce okuyor. Mahrem defterine, bu kitapla ilgili yorumlarını yazıyor.
O James Joyce ki; üniversite okumuş, master yapmış, doktora yapmış, üzerine doçentlik almış benim; beş girişim yapıp da bir türlü bitiremediğim romanları yazan adam.
Sadece ben mi...
Yeryüzünde edebiyatla, sanatla ilgili her tür afrayı tafrayı atan, Joyce’u hiç okumadığı halde üzerine her türlü ukalalığı yapan başka bir sürü entelektüeli de koy yanıma.
Sadece Joyce mu?
Amerikan şiirinin en büyüğü Walt Whitman’ın bütün şiirlerini su gibi okuyan bir kadın.
Norma Jean ya da bildiğimiz adıyla Marilyn Monroe.
Önyargılarımızı tokat gibi yüzümüze çakan o harikulade “aptal sarışın”.
O saf bakışı ile sıfatları tersyüz eden, “aptal” sıfatını asıl hak edenlerin önyargılı, ukala aydınlar olduğunu bütün dünyaya ispat eden efsane sarışın.
12 Ekim’de o saklı bahçeye girdiğimizde göreceğiz ki; o harikulade bir oyuncuymuş ve en iyi oynadığı rol “aptal sarışın”mış.
* * *
Ankara’da öğretim üyeliği yaptığım yıllarda, duvarımda bir Samuel Beckett fotoğrafı vardı.
Ayakta duruyordu. Başını hafifçe önüne eğmişti.
Üzerinde ucuz bir tweet ceket vardı.
O fotoğrafı, Hürriyet’in Ankara bürosundaki odama da asmıştım. Daha sonra Fatih Çekirge o fotoğrafı benden istedi.
O da Sedat Ergin’e devretti.
Fotoğraf şimdi Sedat Ergin’in İstanbul Hürriyet’teki odasında asılı.
Marilyn Monroe da Beckett hayranıymış.
Ukala yanımız hiç de öyle kolay pes etmez. Sorar:
“Mücevher, kadının en iyi dostudur” diyen bir kadının saklı bahçesinde safirden, akikten, yakuttan başka ne olabilir ki...
O ukala yanımız, “mücevher ile James Joyce’u” yan yana görse, “oksimoron” der.
Al işte bir hayat bilgisi dersi daha.
Gerdandaki mücevher, aynı zamanda mahrem bir zenginliğin ziyneti olabilirmiş.
* * *
Önceki akşam “blogcu” bir gençle sohbet ediyordum.
İnternette açtığı blog çok başarılı.
Tanıdığım birçok insan ilgiyle izliyor.
Geçenlerde bir gazete yöneticisi kendisini çağırmış ve “onların dünyasını” sormuş.
“Vallahi kusura bakmayın ama bizim gibi genç insanlar, Ergenekon vs. gibi şeylerle hiç ilgilenmiyorlar” demiş.
Kendimi şöyle bir yokladım.
Ne yalan söyleyeyim, ben de farklı düşünmüyorum.
“Öyleyse niye durmadan Ergenekon vs. yazıyorsun” diyeceksiniz.
“Mahalle baskısı.”
Allah’ın belası mahalle baskısı. Sanki görünmeyen birileri durmadan “Siyaset yazmasan kimse seni ciddiye almaz” diye beynimi yiyor.
Oysa içim başka türlü konuşuyor.
Gazeteleri açıyorum, herkes 12 Eylül’ü bekliyor.
Bense 12 Ekim’i.
Norma Jean’in saklı bahçesine gireceğim 12 Ekim’i.
Hayran olduğum bir kadının mahremiyetine gireceğim 12 Ekim’i...
O tarihi bekliyorum.
(*) Yine de Mahalle baskısına uyup, yarına bir 12 Eylül yazısı yazacağım.
Paylaş