Paylaş
Eğer, kendi elleriyle verdikleri o melun bavulu, verdikleri gazeteciden yine kendi elleriyle devralan polisler, savcılar...
O Türk subayının okul kayıtlarını şöyle iki dakika inceleselerdi...
Eğer o kararı veren hâkimler, bu genç denizcinin seyir defterlerine baştan savma bile olsa, şöyle göz ucuyla baksalardı...
Acaba o melun soruyu yine sorarlar mıydı...
Sormazlar diye düşünürdüm.
Ama bakmışlar...
Bakmışlar ve bunu bile bile sormuşlar.
* * *
Geçen hafta toprağa verilen Balyoz hükümlüsü Albay Murat Özenalp’in askeri eğitim karnesi şöyle:
* İhtisas kursunu birinci olarak bitiriyor.
* Harp Akademisi’ni birinci olarak bitiriyor.
* Silahlı Kuvvetler Akademisi’ni ikinci olarak bitiriyor.
* * *
Sonra o hoyrat insanlar geliyor...
Kendi kendilerine “Askeri vesayeti ortadan kaldırma” görevini yüklemiş hoyrat ve acımasız insanlar.
“Amaç bu olunca, insan hakkı teferruattır” deyip geçen insanlar.
Türk ordusunun neredeyse bütün başarılı komutanlarını toplama kamplarına toplamışlar.
Ve işte o savcılar Türk subayının gözlerine baka baka o melun soruyu soruyorlar:
“Nasıl bu kadar başarılı olabiliyorsun? Birileri seni bir yerlere mi getirmek istiyor?”
Albay Özenalp hoyrat insanlara bakıyor ve konuşuyor:
“Bu kadar savcı varken, özel yetkili savcı olabiliyorsunuz.
Sizi de birileri mi buraya getirdi...”
* * *
Bu sözlerin söylenmesinin üzerinden uzun zaman geçti.
Şimdi geriye baktığımız zaman anlıyor ve görüyoruz ki, evet o polisler, o savcılar, o hâkimler özel bir misyonla oralara getirilmişler.
Türkiye’nin Stalin dönemi Gulag takımadalarını hatırlatan Silivri, Hasdal toplama kampları bu çok özel misyonlarla kuruldu.
Kurtuluş Savaşı’nı vermiş şanlı bir ordudan geriye, neredeyse bir enkaz bırakıldı.
Birinci Dünya Savaşı’nın, Sevr’in yapamadığını onlar yaptılar.
Şerefli subaylarının yüzlercesi zindanlara tıkıldı, tıkılmayanların ise başları öne eğildi...
Balkan Savaşı’nda kırılan gururları yüzünden kılıçlarını pantolonlarının içinde taşıyan subayların hüznü ağıt gibi kışlalara yayıldı.
İçerideki sağlığını, hayatını, özgürlüğünü, rütbesini kaybetti.
Dışarıdaki ise yaşama keyfini, başı dik yürüme gururunu...
* * *
Tutuklanacağı haberleri çıktığında Albay Hint Okyanusu’nda korsanlara karşı savaşan Türk donanmasında görev yapıyordu.
Hiçbir limanda kalmadı. Hiçbir yere sığınmadı...
Döndü ve savcılığa gitti...
Milyonlarca dolarlık rüşvetlerin, ayakkabı kutularındaki kaynağı açıklanamayan servetlerin sanıkları “Kaçmaz” diye bırakılırken, kaçmadan, göğsü dimdik, mertçe gelen Türk subayı yıllarca içeride kaldı.
Kendi iradesiyle, yürüyerek girdiği Türk Gulag takımadalarından komada çıktı...
Şimdi Ankara’nın Karşıyaka semtinde, mütevazı bir mezarda yatıyor.
Mezar taşı numarası 2230...
Geriye, eski günlerden bu soluk fotoğraf kaldı...
Her birinin kolu ötekine sevgiyle sarılmış bir anne, bir baba ve iki çocuk.
Mutlu bir Türk ailesi...
O batasıca, o habis “vesayet” bahanesiyle yıktığınız şey işte buydu...
Ne Müslüman vicdanı ne de Türk ordusu o mezara sığar
BUGÜN cumartesi... Türkiye mayıs ayının güzelliğini yaşamaya hazırlanıyor.
Ama yüzlerce subayımız o melun bavullarla, o iğrenç imzasız ihbarlarla, o faili meçhul silah gömüleriyle, aşağılık bir gizli tanık güruhunun iftiralarıyla hâlâ içeride yatıyor.
Günler geçiyor...
Unutmayalım içerideki bir gün, dışarıdaki 100 günden uzundur...
Ve Bediüzzaman’ın “Dördüncü Sual”indeki o cümle, hâlâ Müslüman kalabilmeyi başarmış vicdanların üzerinde hayalet gibi dolaşıyor:
“Suçsuz bir tek insanın mahkûm olmasındansa, 100 suçlunun serbest kalmasını tercih ederim...”
“Sessiz Çığlık” hâlâ susmadı..
“Vardiya Bizde”nin ne gece vardiyası, ne gündüz vardiyası bitmedi.
Şimdi “Adalet Nöbeti” başladı...
Gulag takımadalarında bir tek suçsuz insan kalmayıncaya kadar devam edecek.
Çünkü, ne Türk ordusu, ne de Müslüman vicdanı o mezara sığar...
Bugün cumartesi... Unutmayalım...
Şimdi adam çıkıp ‘O kamyonda yardım değil silah vardı’ derse
İKİSİ aynı anda oldu.
Türk adaleti, TIR’ları arayan subay ve askerleri casusluk suçundan yargılamaya hazırlanırken, Suriye uçakları Halep’e yardım malzemesi taşıyan TIR’ları vurdu.
İnsani yardım taşıyan araçların vurulması kadar büyük bir insanlık suçu olamaz.
Ama siz, MİT’e ait kilitlenmiş TIR’ları arayan görevlilerinizi darmadağın edip, o kamyonlarda silah bulunabileceği şüphesini kendi elinizle yayarsanız, sonunda en haklı olduğunuz konuda da kendinizi anlatamazsınız.
Şimdi adım çıkıp, “O kamyonlarda insani yardım değil, Türk muhaberatının El Kaide’ye gönderdiği silahlar vardı” derse ne cevap vereceksiniz?..
Türkiye, gerçekten Suriye’de kötü durumda olan insanlara yardım etmek istiyorsa, insanı yardımı gizli kapaklı değil, dünya gözetimine açık şekilde yapmalıdır.
Çünkü istediğiniz kadar bağırın, Adana’da üstü örtülmeye çalışılan TIR olayı, Türkiye’nin yardım çabasının üzerine şüphe düşürdü.
Bundan da en kârlı çıkan kişi de Esad oldu.
Paylaş