Paylaş
Olmaz tabii...
O telefon kayıtları hâlâ ortada dururken, hâlâ Google’da, Youtube’da“Ertuğrul Özkök-Güneş Taner” diye yazdığınızda o malum telefon kayıtları önünüze gelmiyor mu?
Geliyor.
Öyleyse ben hayat boyu, iş takipçisi diye bir gazetecinin yakasına yapışma hakkımı kaybetmişim.
Yapmaya kalksam, “Sen önce kendin aynaya bak” derler. Bakarım fena bozulurum.
Ne faça kalır, ne mostra...
Hâlâ her sorulduğunda “28 Şubat’ta yazdıklarımın arkasındayım” deyip de 12 Eylül’de aleni bir darbeye övgüler düzenlere hesap sormak bize yakışır mı?
Yakışmaz elbet.
O gaddar ayna, o fil hafızalı Google, herkesin yakasında...
* * *
Peki başbakanın uçağına binmiş gazetecilere, cumhurbaşkanıyla birlikte giden köşe yazarlarına “Şöyle yap, böyle yapma” diye ders vermeye, ahkâm kesmeye kalksam?
Ahh arkadaş, dertliyim... Çok dertli.
Ayna yine aynı ayna; orada, aynı yerde asılı duruyor.
Kim bilir kaç kere o uçaklara binmiş, başbakanın, cumhurbaşkanının yanına, karşısına oturmuşum.
Yani ne desem boş, ne desem yakama yapışırlar, ne desem, aynayı yüzüme tutarlar.
Eh biz de o aynaya bakmayacak kadar yüzsüz değiliz. Keşke Magritte’in tablosundaki adam kadar şanslı olsak. Keşke her aynaya bakışta sadece ensemizi görsek. Keşke “Biraz kalınlaşmış” deyip geçebilsek.
Heyhat, suratımız orada... Tabak gibi duruyor.
Mazimiz sırtımızda, yaptıklarımız sicilimizde, Google da orada...
Bazıları gibi bahane aramak, başkalarını gösterip, “Cambaza bak” numaraları ile sıramızı savmaya kalkışmak dersen, o kadar da tıynetsiz değiliz yani...
Yaptıysak biz yaptık, borçluysak biz borçluyuz.
Günahı ile de varsa sevabı ile de.
Öyle elimizi kolumuzu yıkayıp, kaçıp gitmek yok.
Kasımpaşa veya Tophane raconu varsa, İzmir Kahramanlar Mahallesi’nin raconu da böyle...
* * *
Peki öyleyse, fotoğraflara bakıp, yazılanları okuyup hiç sesimizi çıkarmayacak mıyız?
Çıkaracağız.
Tabii önce kendimizi torbaya koyup, torbanın en dibine güzelce ve görünür şekilde yerleştirdikten sonra, bir manada, “Biz yaptık siz yapmayın” gibisinden şeyleri de söyleyebiliriz yani.
Ya da sadece gördüklerimizi. Hani şu yan tarafta yazdıklarımız gibi...
* * *
Şimdi gelelim son tespite...
Bazı arkadaşlarım yıllardır yazılarımı “Ben” diye yazmamı eleştiriyorlardı.
Şimdi fark ettim. Bugün ben bile “Biz” diye yazmışım.
Yazdıklarıma siz de katılıyor musunuz?
Katılmıyorsanız sakın bir daha bana niye “Hep ben diye konuşuyorsunuz” demeyin.
Çünkü bunlar “Ben”im” görüşlerim.
İnanın “Ben” diye yazdığım zaman hem “Ben” kendimi daha özgür hissediyorum, hem de “Siz” kendinizi daha rahat hissedersiniz.
Neticede bunlar eski bir genel yayın yönetmeninin sıradan gözlemlerinden ibaret.
Katılmak zorunda değilsiniz ya.
O zaman niye ben, “Biz” diyerek, “Hepimiz” adına konuşayım.
Ayrıca “Siz” diye bir nezaket hitabı var, ama “Biz” diye bir nezaket hitabı olduğunu sanmıyorum.
Geriye ne kalıyor? Sırf “alçakgönüllülüğümüzü” ispat etme kaygısı.
İyi de, alçakgönüllülüğümü ispat etmek için illa da görüşlerime “suç ortağı” mı aramalıyım?
O zaman şunu söyleyeyim:
Bizde “suçun da, cezanın da şahsiliği” kuralı geçerlidir...
Bir kahvaltı fotoğrafında gördüklerim
İNSANDA biraz tecrübe olunca, biraz da dikkatle bakınca, kahvaltıya katılmasa da bazı şeyleri görüyor.
Başbakan’ın geçen cumartesi günü yaptığı basın kahvaltısının fotoğraflarına bakarken şunları gördüm
Mesela Fatih Altaylı.
Kareye giren gazetecilere baktım. Hepsi takım elbiseli kravatlı. Bir tek onda kravat yok.
Demek ki zaman değişiyor. Eskiden olsa, “Başbakan’a saygısızlık” deyip geçerdik.
Artık “Batı tipi gazeteci profili bize de yerleşiyor” diyebiliriz. Ya da “Genel yayın yönetmenliğine İstanbul raconu geliyor” da diyebiliriz
Fotoğrafta görebildiğimiz bütün genel yayın yönetmenleri ellerinde defter not tutuyor. Yine bakıyorum bir tek Fatih Altaylı’nın elinde not defteri yok.
Şimdi eski bir uçak ve basın toplantısı “not”çusu olarak söyleyeyim.
Cumhurbaşkanı’nın uçağından gelen fotoğraflara da baktım.
Cumhurbaşkanı anlatıyor, herkes not tutuyor. İnsana görüşme tutanağı hazırlayan Dışişleri memurları hissini veriyor. Geçmişte ben de yapmışımdır mutlaka. Ama söyleyeyim iyi görünmüyor.
Kendi “Peter’s principles”ıma şu notu düştüm:
“Fotoğraf çekilirken defteri bırak, dinliyormuş gibi yap.”
Kahvaltıya bütün gazetelerin genel yayın yönetmenleri katılmış. Sadece Sözcü’nün genel yayın yönetmeni yoktu.
Bir de Taraf Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Altan katılmamış. Yerine yayın koordinatörü Yıldıray Oğur gelmiş.
Acaba Ahmet Altan’ın mazereti mi vardı, yoksa o kalabalığa katılmak mı istemedi?
Cumartesi sabahı, edebiyatçı, yalnız adam “Ahmet Altan” kimliği daha hoş gelmiş olabilir.
Paylaş