Paylaş
Rock’a yani...
Rock müziğine.
Yanımda harika bir uzman.
Kanat Atkaya...
* * *
Her yıla, yurtdışında bir tarihi konser koyuyoruz.
Önceki yıl, Berlin’de Kings of Leon...
Olağanüstü bir konser, ama sonu biraz acıklı.
Bizden sonra Amerika turnesine başlayamadılar.
Şimdi hepsi rehab’de... Bağımlılık tedavisi görüyorlar.
Geçen yıl yine Berlin...
Bu defa Radiohead...
Planlanan ilk konsere yer bulamıyoruz, ama Amerika turnesinde ses mühendisleri elektrik çarpmasından ölünce, konser erteleniyor.
İkincisine yer buluyoruz...
O da olağanüstü bir konser...
Sonunda benim için Nirvana...
Önceki hafta, cumartesi Londra, Hyde Park...
44 yıl sonra aynı yerde Rolling Stones...
Ben büyümüşüm, onlar da...
Onlar hâlâ rock yapıyor, ben yine rock’a dönmüşüm.
* * *
Mick Jagger’ı sahnede gördüğüm an kalbim atmaya başlıyor.
“Little Red Rooster’ı ilk dinlediğim güne dönüyorum.
15-16 yaşında bir çocuk... İzmir...
Ve ağır bir blues...
O yaşta çocuk, ne anlar, nasıl anlar...
Hadi anladı, Beatles’ın devrimci baladları etrafı kasıp kavururken, blues’la ne işin olur...
Müzik böyledir...
Kadın ve kedi gibi...
Gelir ve içinizde bir yere yerleşir.
Blues’un adını duymadan, ne olduğunu bilmeden seversiniz.
* * *
Yıllar sonra niye rock’a dönüş...
Yaş mı... O Allah’ın belası, hiç değiştiremeyeceğiniz en hakikat... “Tutamıyorum zamanı” sendromu yani...
Yok o meselemi halledeli epey değilse bile bir zaman oldu...
Ellili yaşlarımda o telaş vardı... Geçti Allah’a şükür...
Artık “Ne gemiler yaktım” ve Sezen’in şarkısındaki “Farkındayım” nakaratı, hayatımın mottosu oldu.
Öyle telaşsızım ki, hayatım boyunca yanımda taşıdığım boş koltuğun dolmasını zamansız bir sabır ve tevekülle bekliyorum.
Rock bana beni anlatıyor. Cüretkâr kılıyor. Kafa tutturuyor. Diklendiriyor. Gökyüzünü içime çektiriyor.
İnadına inadınalaştırıyor...
Kendi kendime yarattığım kelimeleri, kavramları fütursuzca kullandırıyor.
“Önce söz vardı” lafını siliyor. Oraya “Önce kendi alfabem vardı” cümlesini yazıyor. Kendi alfabemi yaratıyor.
Kendi alfabemle kendi lisanımı yaratıyorum, sadece bir kişinin konuştuğu o lisanla, kendi kutsal kitabımı, kendi ahlakımı yazıyorum.
Kendi alnımın, kendi alın yazıcısı haline geliyorum.
Daha milat yokken, öncesi de yokken, rock vardı.
Milatın sonrası bitince de olacak...
Zamansız bir müzik rock ve zamanım azaldıkça, beni ebedileştiriyor...
“Enel Hak” kelimelerinin manasını kendi alfabemle ve büyük harflerle yazıyorum...
* * *
44 yıl sonra Mick Jagger ve Rolling Stones beni hâlâ heyecanlandırıyor.
Ve konserin sonunda Satisfaction başladığında, göğsümden gelen sesi işitiyorum.
Kalbim hâlâ atıyor....
20 yaş farklı bir adamla aramdaki repertuvar farkı
OXFORD Street’e açılan bir sokaktayız.
Kanat ikimize harika iki stüdyo bulmuş. Bir yatak odası ve yanında küçücük bir salon.
Erken kalkan köşedeki Starbucks’tan kahveyi alıp getiriyor.
İPod’larımız full kapasite çalışıyor.
Durmadan Rolling Stones çalıyor, tam havaya girmişiz.
MENTAL HAZIRLIK CARNABY STREET’TE
Mental hazırlık için Carnaby Street’e gidiyoruz. Kırk yıl öncesi, Beat ve Hippi kuşağının ikinci el elbise pazarı...
Şimdi şık mağazalar sokağı haline gelmiş.
Girişin tam köşesindeki elektrik direğini görünce duruyorum.
Yıl 1972 veya 73... Küçücük bursumdan bulup buluşturmuşum, Pink Floyd konseri için Londra’ya gelmişim.
Ve konsere girememişim.
İşte orada, o direğin altında bir resim çektirmişim.
Kanat aynı yerde resmimi çekiyor.
YAN SOKAĞIN DUVARI ŞAHSİ TARİH KİTABIM
Yan sokağa dalıyoruz.
Bir duvar baştan başa boyanmış.
Jimi Hendrix, Mick Jagger ve Paul McCartney...
Yenilerden bir tek Oasis üyesi Noel Gallagher var...
Yukarıdaki fotoğraf orada çekiliyor.
ETRAFTA OT KOKUSU VAR OT; GÜNEŞİN FETHİ YAKIN
Konserde gencecik insanlar var. Benim neslim de...
Mick Jagger, “İçinizde 44 yıl önceki konsere katılanlar var mı” diye soruyor.
Çok fazla el kalkmayınca, “Biz de beklemiyorduk zaten” diyor.
Etrafta keskin bir ot kokusu.
Hippi neslinin veteranları eski günleri anıyor.
Yakan yakana ve sigara içmeyi bir türlü bilemeyen ben, tabiatıyla duman altıyım.
Bir kere daha anlıyorum ki; “koku” hayat boyu konuşulmasa bile unutulmayacak bir dil.
Paris diskoteklerindeki duman altı günlerim geri geliyor.
Bu arada, bana Marcello Mastroianni hissi veren Ray-Ban gözlüğümü düşürdüğümü fark ediyorum. Çok üzülüyorum. Pintilik değil, başka bir şey...
KANAT EN ÇOK “GIMME SHELTER’I” BENSE ÖTEKİNİ
İkimiz de konseri çok seviyoruz. “Being there”, orada olmak duygusu bizi mest ediyor.
Kanat en çok “Gimme shelter”ı seviyor.
Bense, sondan bir önceki şarkıyı:
“You can’t always get what you want”ı
“Hayatta istediğin her şeye sahip olamazsın”...
Geldiğim yaşta aldığım en büyük hayat bilgisi dersi...
Ben, elde edemediğimi öğrendim.
Kanat’ınsa daha bunu ispat edecek zamanı var.
Şarkıyı dinlerken, 1980’li yılların başındaki “Big Chill” filmini hatırlıyorum.
Üniversiteden ayrıldıktan 10 yıl sonra, ölen bir arkadaşlarının cenazesinde toplanan insanları anlatıyordu.
Filmin başında arkadaşlarının tabutunu kiliseden çıkarırken bu şarkı çalıyordu.
Mezarlığa kadar da çalıyor...
ÜZERİMDEKİ JOHN LENNON TİŞÖRTÜ DE NEREDEN ÇIKTI
Konserden sonra bir kafeye oturduk.
Bir kadeh Pinot Noir istedim.
İlk yudumu alırken, üzerimdeki tişörtü fark ettim.
John lennon’ın fotoğrafı vardı ve altında şu yazıyordu:
“Working Class Hero”...
“İşçi Sınıfı Kahramanı...”
Düşündüm; ne işçi sınıfındandım, ne de kahraman...
Sadece Kahramanlar’da doğmuş bir çocuk...
Güldüm...
Bir de Rolling Stones konserine John Lennon tişörtüyle gitmeme güldüm.
Sonra bir daha baktım, üzerimdeki John Lennon tişörtü değildi. Onu bir gün önce giymiştim.
“Ya Pinot Noir’dan” dedim...
Ya da harbiden duman altı olmuştum...
Paylaş